Ölüm parıltısı



Gençti, bunu anlayamazdı. Oysa, o görüyordu. Eşyada hep bir ışıltı vardı. Bir parıltı. Bu, ölüm ışıltısı, bu ölüm parıltısıydı. Onu başkası göremezdi. 

İnsan gençken ölüm yalnız mezarlıktadır. Sonra, yaş ilerledikçe, o da, hissedilmeyen bir yavaşlıkla alanını genişletir. 

Bir gün gelir, çarşıları, pazarları tutar. Sonra bahçeyi zapteder. Nice geceler, evin penceresine yaslanıp içeri bakar. Avlu duvarından içeri atlar zaman zaman. Derken evi kuşatır ve kaçınılmaz, önlenmez şekilde eve girer. 

Sonra insanın hasta yatağına girer, insanın koynunda yatar. Ve sonra bir gün, insan ruhunu alır ve gider. 

Ya da bir başka açıdan bakılınca, bedeni alır götürür, ruh hür kalır, o zaman, onun için hesap verme dönemidir, ta, bambaşka bir şekilde somutlukla bambaşka bir dünyaya doğuncaya kadar. 

Ama bunu gençler görmez. Ya da görmezlikten gelirler. Öylesi de gerekli belki. Yoksa yaşayamazlar. Hepsi onca tecrübesizken, o toylukta, ölümün basıncına o güçlü direnci gösteremezler.

Sezai Karakoç / Hikayeler II Portreler

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fena ve Beka

Ortaasya ve Balkanlarda dini gruplar

Ebu Nasr Serrâc et-Tûsî'nin el-Lümâ'sında Tasavvuf, Tevhid, Marifet ve Makamlar