Fena ve Beka


Fena, yok olmak, silinmek, zeval bulmak anlamına gelir. Istılahta fena, başlangıcı ve sonu olan şey için kullanılır. Nitekim Allah mahlukat için: "Yeryüzünde ne varsa fanidir.” buyurmuştur. Tasavvufta fena, bütün hazlardan sıyrılıp hiçbir şeye karşı haz duymamak anlamına gelir. Öyleki böyle bir kimse kendisinden fani olur, Hakk'la meşgul bulunduğu için bütün eşya ile alakasını kesmiş olur.
Beka ise ilk haliyle devam edip gitme, sabit kalma, bir halde sürekli oluş gibi manalara gelir. Istılahi olarak, kulun kendinde olandan geçip Allah’a ait olan ile bir olması demektir. Diğer bir ifadeyle kulun, Hakk’ın emanetlerini kendinin sanırken Hakk’ın olduğunu tahkik etmesidir. Kul, fenadan sonra gelen beka ile nefsine ait şeylerden fani, Hakk'a ait olan şeylerle baki yani nefsinden fani, Hak ile baki olur. Bir diğer ifadeyle dünyadan kalbi rabıtayı koparan kimsenin kalbi, dünya tutkusundan fena bulmuş demektir. Dünya tutkusu ve kötü niyetler fena bulunca fütüvvet ve doğruluk baki kalır.

         Fena ile temizlenen ve saflaşan kalb, Allah'ın sıfatlarıyla bezenir. Kişi,   kulların sıfat ve fiillerini terk ettikçe Allah'ın sıfatlarıyla yani Allah'ın görme, işitme vs. gibi sıfatlarıyla muttasıf olur. Kul, Allah'a yönelip ona teslim olunca "Ben onun gözü ve kulağı olurum." hadis-i şerifinde belirtildiği gibi, hadiselere Allah'ın nazarı ile bakmaya başlar. Kul Allah ile o kadar meşgul olur ki nihayet "benlik" şuurunu kaybeder. O şuurunun yerine yine Allah geçer. Ancak şurası çok önemlidir ki fena halindeki kul, bazı beşeri sıfatlardan kurtulursa da, beşeriyet sıfatından tamamen çıkmaz. Böyle bir şeyi iddia etmek batıldır.  

Fena ve beka teriminin kavramlaşmadığı ilk zamanlarda yani zühd ve takva döneminde, bu iki kelime, cehaletin yerine ilmin, gafletin yerine zikrin, zulmün yerine adaletin, nankörlüğün yerine şükrün, masiyet ve günahın yerine taat ve ibadetin geçmesi şeklinde anlaşılmıştır. Daha sonraki dönemlerde Sufilerin yaşadıkları tasavvufî hallerle ilgili görüş ve tesbitler zenginleştikçe fenâ ve beka kavramları da değişik ve zengin boyutlar kazanmıştır.

Sufiler, fena ve beka kavramının iç içe geçmiş halde olduklarını ve birbirlerini tefsir ettiklerini ifade ederler. Hatta bazı mutasavvıflar cem-fark, gaybet-şuhud, sekr-sahv gibi ikilemelere fena ve bekayı da katarak fena bekadır tanımlaması getirir. Yani kendisinden fani olan Hak ile bakidir, Hakk’a ait olanla baki olan kendisine ait olandan fanidir. Netice olarak beka, Hak vasıtasıyla işiten ve gören kimsenin makamıdır.

Fena ve beka kelimelerini ilk defa tasavvufi ıstılah olarak kullanan ve bunları tarif eden ilk sufînin Ebu Said el-Harraz olduğu bilinmektedir. Ona göre fena, kulun kulluğunu görmekten fani olması, beka ise ilahî tecellileri temaşa etmekle baki olmasıdır. Kulluğu görmek demek yapılan ibadetleri kendine nisbet etmek, onlara güvenmek demektir. Sufiler, bu tavrın kişinin ruhi gelişmesini engelleyen bir durum olduğunu söyler. Kul kendi fiil ve davranışlarını görmediği zaman gerçek kul olma noktasına ulaşmış demektir. 

Ebu Said el-Harraz, fena halini üçlü bir derecelendirmeye tabi tutar. Mürid önce dünya ve ahiretle ilgili bütün haz ve duygularını kaybeder. Sonra Allah’ın kudretinin tecelli etmesi sebebiyle O’na duyduğu saygıdan dolayı Allah’la ilgili hazzını da yitirir. Son tecelli ile bu hazzını yitirdiğini dahi bilemeyecek bir noktaya ulaşır. Allah’ın hakikatinin bütün benlik ve şuurunu istila ettiği bu durumda dışarıdan gelen herhangi bir uyarıcıyı idrak edemediği ve kendi varlığının da farkında olmadığı için “fenaü’l-fena” halini yaşar. Çünkü fena halini yaşadığının farkında olmak demek Hakk’tan başka bir şeyi idrak etmek demektir. Fenanın son noktasında bu idrakten de yoksun kalan sufilerin söylediği bazı sözler şeriata aykırı olabilmektedir ki bunlara “şathiye” denir.

Ebü’l-Hasan Harakani’ye göre mürid kendisini Allah ile beraber hissederse buna vefa, Allah’ı kendisiyle birlikte bilirse buna da fena denir.  Kelabazi’ye göre ise fena makamına çalışılarak ulaşılamaz. Bu makam Allah’ın kula bir ikramıdır. Kendisine dost edindiği kimseye yaptığı bir muameledir. Fena halindeki kişi Allah’ın sevk ve idaresindedir. Kendinde olmadığından ibadet ve yükümlülükleri konusunda Hakk’ın koruması altındadır. Kendinde olmamak ise deli divane gibi, melek veya ruhani bir varlık gibi olmak değildir. Hazlarını görmekten fâni olmak demektir. Böyle kimseler sadece Hakk’ı ve onun rızasını gözetirler. Bu sebeple Hak’tan bir mevhibe olarak onların günaha giden yolları kesilir, ismet ile vasıflanırlar. Çünkü nefsinden fani olan kimse yaptığı işi kendine menfaat temini, haz, zevk veya başına gelecek bir zararı defetmek için yapmaz. Yalnız Allah rızası için yapar. Zira nefsinin haz ve arzuları yok olmuştur.

Tasavvufta zikredilen fena ve beka hali insanın sıfatıdır. Allah’ın sıfatlarıyla ayniyeti yoktur. Fakat O'nun esma ve sıfatlarının insanda ortaya çıkan tecellileridir. Zira bizim bekamız, bizim sıfatımız; bizim fenamız da bizim sıfatımızdır. Allah’ın bekası ise O'nun kendi sıfatıdır. Bizim bu sıfatımız O'nunkine benzemez. Fakat O'na bağlıdır. Bizim bekamız, bağımlı bekadır, Allah istemeyince biz onu tadamayız.

Sufiler, fena ve bekayı  ateş ve demir teşbihiyle akla yaklaştırmışlardır. Demir, ateşin içine atılınca ateş o demirin vasfı olan siyahlık ve soğukluğu yok ederek, ona kendi vasfı olan kırmızılığı ve sıcaklığı kazandırır. Ocağa bakılınca ateş ile demir ayırt edilemez. Ama ateşin zatıyla demirin zatı değişmemiştir. Ateş eski ateş, demir ise yine eski demirdir. Tıpkı bunun gibi Allah'ın muhabbeti ve aşkı kulu istila edince onun vasıflarını yok ederek, ona kendi vasfını kazandırır. Bu manada demir nari olduğu gibi insan da ilahi ve lahuti olur. Tasavvuftaki fena ve beka ateş ve demirin bu haline benzer. 

Abdullah Kargılı

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ortaasya ve Balkanlarda dini gruplar

Ebu Nasr Serrâc et-Tûsî'nin el-Lümâ'sında Tasavvuf, Tevhid, Marifet ve Makamlar