Ebu Nasr Serrâc et-Tûsî'nin el-Lümâ'sında Tasavvuf, Tevhid, Marifet ve Makamlar





Tasavvuf’un ilimler içerisindeki yeri


İlimler çeşitlidir. Din ilmi de üç türlüdür. Kuran ilmi, sünnet ilmi, iman hakikatleri ilmi. Bu üç ilim, Allah’ın ayetlerinden, Rasulu’nün sünnetlerinden ve veli kullarının kalplerine düşen hikmetlerden oluşur. Bunun da aslı iman hadisidir ki Cibril’in peygamberimize  islamı, imanı ve ihsanı sorduğu hadis-i şeriftir. İslam zahirdir, iman zahir ve batındır. İhsan ise zahirin de batının da hakikatidir. Onu da Hz. Peygamber şöyle tanımlamıştır: “İhsan Allah’ı görüyormuşcasına kulluk etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da O seni görüyor. Hz. Peygamber’in bu tanımını Cibril tasdik etmiştir. İlim amele yakındır, amel de ihlasa. İhlas kulun ilmiyle ve ameliyle Allah’ın rızasını murad etmesidir. İlim ve amel konusunda bu üç grubun dereceleri farklı farklıdır. Bunların maksatları ve dereceleri de birbirinden farklıdır. Bu derecelerin İlim, amel, hal ve hakikat yönünden bir takım şekli esasları olduğu gibi, mana açısından da kendilerine göre bir takım terimleri, kavramları ve yorumları vardır.

Sufiler, inanç konusunda hadisciler ve fakihlerle aynı görüşü paylaşan, onların ilimlerini benimseyerek esaslarına karşı çıkmayan kimselerdir. Çünkü sufiler, bidatlerden ve nefsin kölesi olmaktan kaçınan, güzel örneğe bağlı ve ona uymaya hazır, her türlü bilgide fakih ve muhaddislerle ortak görüşlere sahiptirler. Sufilerden bilgi ve anlayışta muhaddis ve fakihlerin derecesine ulaşamamış olanlar, ahkam-ı şeriyye ve hududu islamiyye konusunda karşılaştıkları müşkillerin halli için mutlaka muhaddis ve fakihlere başvururlar. Alimlerin icma ettikleri konuda sufiler de icma ederler. Ulemanın ihtilaf ettiği konularda ise sufiler, ihtiyatlı olmak için en güzel, en evla ve en mükemmel olanı seçerler ki böylece Allah’ın kullarına emrettiği şeyi yüceltmiş, nehyettiğinden de sakınmış olurlar.

Sufilik yolunda azimeti bırakıp ruhsata sığınmak ruhsata sığınmak; tevil kapısını zorlamak, rahat ve refaha meyledip ölçüleri gevşek tutmak, şüpheli şeylere kaymak sözkonusu değildir. Çünkü bu tür davranışlar dini küçük görmek, dini emirleri hafife almak ve ihtiyatı elden bırakmak anlamı taşır. Oysa sufilerin yolu, dini konularda evla ve sağlam olanla amel etmektir. Sufilerin bundan başka yükseldikleri dereceler ve haller, ibadet taat ve ahlak türünden menziller vardır. İbadet, ahlak ve hallerin birtakım incelikleri vardır ki bunlar fukaha ve hadisçilerden farklı olarak, sadece sufilere mahsustur.

Sufilerin diğer ilim erbabından farklı ilk özellikleri, farzları yerine getirdikten ve haramlaradan kaçındıktan başka malayani denilen boş ve anlamsız meşguliyetleri terk etmek, maksatları ile aralarına giren her türlü alakadan sıyrılmaktır. Onarlın Allah’dan başka gaye ve maksatları yoktur. Sufilerin bundan başka muhtelif adabı vardır. İşte onlardan bazıları: Dünya nimetinin azına kanaat etmek; zaruri olan yani olmazsa olmaz ölçüsündeki bir azıkla yetinmek, zaruri olan giyim kuşam, yiyecek ve istirahat imkanını sağlayacak bir şeyle iktifa etmek, iradi olarak fakirliği zenginliğe tercih etmek, aza koşup çoktan kaçmak, açlığı tokluığa tercih, üstünlük ve büyüklüğe rağbet etmemektir.

Sufilerin; ilim erbabı arasında, hükmü neshedilmemiş Kuran ayetlerini, hükmü kaldırılmamış hadisleri kullanma konusunda özel bir tavırları vardır. Bilhassa güzel ahlakı öğütleyen, hallerden ve amellerdeki faziletlerden bahseden ayet ve hadislerle dinin yüce makamlarından haber veren, müminlerin manevi menzillerini anlatan ayet ve hadisler, sahabe ve tabiinin bu konudaki sözleri, onların ilgisini çekmektedir. Çünkü sahabe ve tabiinin söz ve davranışalrı genellikle Allah Rasulunun adab ve ahlakından bir cüzdür.

Allah Rasulu “Beni eğiten rabbimdir. Ahlakımı güzel yapmıştır.” Buyururken Allah Teala da: “Sen yüce bir ahlak üzeresin.” buyumaktadır. Bütün bunlar alimlerin ve fakihlerin kitaplarında da yazılıdır. Ancak alimler ve fakihler, bu konuda ince bir anlayış ve kavrayışa sahip değillerdir. Sufilerin dışındaki alimler genellikle “ülül ilmi kaimen bil kıst” olmadıkları için bu gerçeği ikrar ve hak olduğuna iman ile yetinirler. Tevbe ve özellikleri, tevbekarların dereceleri, veraın incelikleri, vera ehlinin halleri, tevekkül erbabının tabakaları, rıza ehlinin makamları, sabredenlerin dereceleri gibi konular makam türündendir. Haşyet, huzu, mahabbet, korku, reca, şevk, müşahede hal türündendir.

Sufilerin, manevi hallere ait ilim ve inceliklerin kavranması konusundaki çalışmaları, fakihlerin zahir ahkama ait istinbatlarından daha çoktur. Çünkü maneviyat ilminin nihayeti yoktur. Tasavvuf ilmi, Hakk’ınlutuf denizinden gelen ve ancak ehli tarafından anlaşılabilen bir takım manevi işaret, ilham ve mevhibelerden oluşur. Diğer ilimlerin bir sınırı vardır. Bütün ilimler neticede tasavvufa ulaşır. Tasavvuf ilmi ise tasavvufun herhangi bir nevinden ibaret değildir., onun nihayeti yoktur. Çünkü maksud’un sonu yoktur. Tasavvuf Allah’ın dostlarının gönlüne kelamı ilahisini anlamak, hıtabı ilahisinden hüküm çıkarmak üzere açtığı bir keşf ilham ilmidir.

Sufilerin, ulema ve fakihlerin kavramakta güçlük çektiği bazı meseleleri, kendilerine göre bir takım keşfi yollarla kavrama usulleri mevcuttur. Çünkü sufilerin ibaredeki bazı latif manaları kavrama gücü vardır. Onların görüş beyan ettikleri ince manalı konular, genellikle dünya bağ ve ilgisi ile masiva perdesi, ihlas makamları, marifet ahvali, ubudiyet gerçekleri, ezeli varlık karşısında kainatın yok sayılması, kadim ile mukayese edildiğinde muhdesin kaybolması, fena, beka ve itirazı terk gibi özel konulardır. Sufilerin “ülül ilmi kaimen bil kıst” ayetinin  çerçevesi içinde yer almaları, ibarelerdeki bazı düğümleri çözmeleri ve birtakım müşkillere vakıf olmaları sebebiyledir. Onların belli makamlardan geçmeleri ve zaman zaman bir takım ruhi sıkıntılara düşmeleri, manevi tecrübelerini artırdığından bu konularda tecrübeyle konuşmuşlar, eksik ve fazlasıyla deneyimlerini aktarmışlardır. Bu sebepledir ki biri kalkıp bir şeyler söyleyecek olsa onlar, o sözün sıhhati veya sakatlığı konusunda tecrübelerine dayanarak görüş beyan edebilirler. Zaten bu konuda çok söz söylemek de mümkün değildir.

Bu anlatılanların ilim olarak temel dayanağı, Allah’ın kitabında ve Rasulullah’ın hadislerinde vardır. Ancak bunu anlayabilmek ehlinin işidir. Alimler eğer araştıracak olurlarsa bunu inkar edemezler. Tasavvufa karşı çıkan ve onu reddedenler sadece katı kuralcı zahir alimlerinden bir gruptur. Çünkü onlar ne doğru dürüst Kitabullah’ı, ne de Ahbarı Rasulullah’ı bilirler. Bildikleri sadece zahir ahkamı ve kendi muhaliflerine karşı kullanacakları vazı delillerdir. Günümüz insanları da her nedense daha çok meylederler. Çünkü bu yol halk nezdinde makam ve mevki elde etmeye, baş olmaya ve dünyalık bazı şeyler elde etmeye daha uygundur. Böyle bir yol halkın hoşuna gidebilir.

Yukarıdan beri anlatıldığı şekilde tasavvuf ve  hakikat ilmi ile uğraşanşar pek azdır. Çünkü bu ilim, havassın ilmidir ve birtakım güçlük ve zorlukalrı vardır. Bu ilmi öğrenebilmek için diz kırıp oturmak, kalbi mahzun hale getirme, gözlerden yaşlar akıtmak gerekir. Bu ilimle büyüklük iddia edenler küçülür. Küçük olduğunu sayanlarda büyür. Öğrenilmesi bu kadar etkili olan bir ilmin tadılams, yaşanması ve gerçekleştirilmesi nasıl olur düşünmek gerekir. Bu ilmin içine girmek nefse hazz vermez. Çünkü tasavvuf nefislere sıkı sıkıya mıkayyed olmaya bağlı bir ilimdir. O ilimle hisler kaybolur, murad edilen şeylerden uzaklaşmak gerekir. Bu yüzden ulema, bu ilme pek yaklaşmak istemez ve kendilerine rızk kapısı açacak, tevil ve ruhsat yollarına sevkedecek ilme yönelir. Bu tür ilim, bazen beşeri hazlara daha uyugn düştüğü gibi, haktan kaçma, hazların peşinde koşma tıynetinde olan nefse daha kolay gelir.  



2) Sufi ve tasavvuf  kelimesinin menşei

Sufiyye, tasavvuf kelimeleri Hz. Peygamber ve ashabı arasında kullanılmamıştı. Ve onlardan hiçbirinin lakabı sufi değildi. Çünkü Allah Rasulu ile sohbetin ve sahabi adıyla anılmanın belli bir saygınlığı vardı. Sahabilere sahabilikten daha çok yakışacak bir isim bulunamazdı. Bu, Allah Rasulu’nun kendi şeref ve saygınlığından kaynaklanan bir özelliktir. Sahabiler, bütün abidlerin, zahidlerin, mütevekkilleri, fukaranın, rıza ve sabır ehli kimselerle mütevazilerin makamlarıdır. Onlar nail oldukları her türlü şeref ve meziyete Allah Rasulünün sohbeti sayesinde nail olmuşlardır. Sahabiler, hallerin en yücesi olan sahabiliğe mensup olduklarından onarlın hallerin en değerlisi olan sohbetten başka bir faziletle yüceltilmeleri mümkün değildir.

Sufi kelimesi Hasanı Basri’nin zamanında biliniyordu. Hasan Basri, Allah Rasulu’nun ashabından bazılarıyla görüşmüş bir tabiidir. Rivayete göre o şöyle demiştir: “Mekke’de tavaf sırasında bir sufi gördüm ve ona bir şeyler vermek istedim, fakat o bunu almadı ve “Benim yanımda dört çeyrek dinar var, yanımdaki bana kafi.” dedi.

Rivayete göre Süfyan Servi şöyle demiştir: “Ebu Haşim Sufi olamsaydı ben riyanın inceliklerini öğrenemezdim.”

Muhammed b. İshak b. Yesar ve diğerlerinden gelen Mekke ile ilgili rivayetleri toplayan bir kitapta şöyle bir haber nakledilmektedir: “İslam’dan önce bir çağda Mekke bomboş ve Beytullah’ı tavaf edecek kimse kalmamış. Mekke’ye uzak bir beldeden bir sufi gelip Beytullah’ı tavaf ederek memleketine geri dönüyormuş.” Eğer bu rivayet doğru ise İslam’dan önce bile “sufi” kavramının bilindiği ortaya çıkmaktadır ki, o zaman da bu isim fazilet ve salah ehli kimselere nisbet ediliyormuş.


3) Serrac’ın tevhid, marifet ve arif hakkındaki görüşleri

Tevhid

Zünnun Mısri’ye birisi şunu sordu: “Tevhidin ne olduğunu bana haber verirmisin.” Zunnun şu karşılığı verdi:”Tevhid, Allah’ın eşyanın içine girmeyen kudretin, eşya ile bütünleşmeyen  sanatını bilmek, her şeyin sebebinin Allah’ın sanatı olduğunu ve O’nun sanatında bir arıza bulunmadığını kavramaktır. Göklerde ve yerlerde Allah’dan başka müdebbir yoktur. Allah senin vehim ve tasavvuruna gelen her şeyden ayrı ve farklıdır.”

Tevhid konsusunda görüşü sorulan Cüneyd ise şu cevabı vermiştir: “Tevhid, Allah’ın ehadiyetinin kemali ve vahdaniyeytinin tahkiki suretiyle Birlenen’in tek oluşunun anlatılmasıdır. Yani O’nu baba, ya da evlat olamktan uzak, zıddı ya da benzeri bulunmadığını kabul ile O’ndan başkasına ibadet edilemeyeceğini teşbih tasvir ve nitelemeye kaçmadan Samed ve tek bir İlah olduğunu ikrara etmektir.”

Tevhid konusunda yukarıya alınan Zunnun ve Cüneyd’in görüşleri zahiri tevhide yani avamın tevhidine dairdir. Havassın tevhidine dair ise Cüneyd’in şu sözü örnek verilir: “Havass’ın tevhidi kulun kendisini, üzerinde Allah’ın kudret eserleri cari bir gölge ve bir ceset görmesidir. Kendisinden istediği şekilde Hakk ile kaim olması, Allaha yakınlığın hakikatine ulaşarak hiss ve hareketini Hakk’ın iradesine bırakması, Hakk’ın çağrısına cevap verirken halkın davetinden uzak halde bulunmasıdır. Kulun son halinin ilk haline dönmesi vahdet deraysına dalmasıdır. Tevhid zamana ait şekli kayıtların dar sınırlarından ebediyyetin sınırsız fezasına çıkmaktır.”

Yusuf b. Hüseyin tevhid konusunda şu üç şeyi zikreder:

a) Avamın Tevhidi: Gerçek anlamda bir tasdikin bulunmaması sebebiyle kişinin korku ve ümit çekişmesine meylederek her türlü şekil, benzerlik, denklik ve zıtlık düşüncelerini görmezden gelerek gerçekleştirdiği bir vahdaniyet ile Hakk’ı birlemesidir. Gerçek tasdikin bulunduğu kişi, korku ve ümid çekişmesine meyletmez.

b) Ehli Hakikatin zahiri tevhidi: Hakkın delil ve şahitliğini ikame ile masivadan gelecek ümid ve korku çatışmasını yok ederek zahir ve batında emir ve nehiy çizgisini koruyarak sebepelri görmeden Hakk’ın vahdaniyetini ikrardır. “Ümit ve korku çatışmasının yok edilmesi ne demektir? Oysa bunlar bir vakıadır. Fakat vahdaniyetin yüceliği bunları yok etmiştir. Nitekim güneşin ışığı, yıldızların ışığının görülmesine imkân vermez. Oysa ki güneş ışığı varken de yıldızların ışığı mevcûddur.

c) Havassın Tevhîdi: Kulun vecd ile, Allah ile kaim olduğunu kalben bilmesi, üzerinde Hakk'ın idarî tasarrufu ile kudret ahkâmının carî bulunduğunu kavraması, tevhîd deryasında nefsinden fânî olması, hislerinin gitmesiyle Halik'tan olan isteklerinde yine Hakk ile kaim olduğunu anlaması ve bulunduğu halden önceki hâline dönmesidir; yani olmazdan önceki hâlinde bulunmasıdır. Bir başka ifâdeyle kulun üzerinde ilâhî ahkâmın ve rabbânî irâdenin carî olmasıdır. Sûfîlerin tevhîd gerçeğini anlamakda kullandıkları bir yol daha vardır. O da vecd ehli kimselerin yoludur. Onların bu konudaki işaretleri, alışagelenden farklı ma'nâlar taşır. Bu ilim, ehline ma'lûm bir takım işaret, sembol ve rumuzlardan ibarettir. Şerh ve ibare ile anlatılıp îzâha kalkılınca ifâdelerin anlamı gider, üslûbun parlaklığı söner.

Tevhîdden sorulduğunda Ruveym b. Ahmed b. Yezîd Bağdâdî'nin verdiği cevap bu türdendir: "Tevhîd, beşeriyyet asarının yok olması, yalnızca ülûhiyyetin ortaya çıkmasıdır." Ruveym, bu sözüyle yaptıklarına bakarak "Ben ben" diye benlik iddiâsında bulunan nefsin ahlâkının değişmesini kasdetmektedir. Halbuki "Ben" demeye lâyık olan, sâdece Allah Teâlâ hazretleridir. Çünkü benlik Allah’a mahsûsdur. Tevhîd, beşeriyyet asarının yok olması, ülûhiyyetin ortaya çıkması, Kadîm'in sonradan olanlardan ayrılması ve tekliğin zahir olmasıdır. Tevhidin son noktası, tevhîd sayesinde tevhîd hakikatinin gerektirdiği yerde, tevhîdden başkasını unutmaktır.

Vahdâniyyet, hakikat hükmü gereği olan fena ile Hakk'ın dışındaki her-şeyden fânî, Hakk ile bakî olmaktır. Şu şekilde de ifâde edilmiştir: "Hakk'tan başka herşeyden fena bularak Hakk ile bakî olmaktır". Ya'nî kulun fena bulması, Hakk'a ta'zîm ve O'nu zikirle nefsinden ve kalbinden fânî olması demektir.

Bir başka sûfî de şöyle demiştir: "Tevhîd'de halk yoktur. Allah'ı tevhîd eden Allah'dan başkası değildir. Tevhîd Hakk'a âiddir. Halk ise tufeylidir."

Bütün bunlar, şu âyette anlatılanların açıklamasıdır. "Allah kendisinden başka tanrı bulunmadığına şâhidlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka tanrı olmadığına doğruca (kist) şâhidlikte bulundular. O azizdir, hakimdir". Al-i İmran/18

Bu âyette Allah Teâlâ yaratıklarından önce bizzat kendisi, kendisinin vahdâniyyetine şâhidlik etmektedir. Hakk açısından tevhidin hakikati, Allah'ın halktan önce kendi vahdâniyyetine şehâdetidir. Halk açısından ise Hak'ın taksimi ve muradı ölçüsünde Hakk'ı gerçek anlamda vecdle tevhîd etmektir. Nitekim âyetteki "melekler ve ilim sahipleri" ibaresi bunu ifâde eder. İkrar yoluyla olan tevhîdde ehl-i kıble birbirine eşittir. Kalbe bağlı olan şey, lisana bağlı olan gibi olmaz.

Ariflerden biri: "Tevhid, görür gözleri görmez eden, akıllan şaşkına çeviren, dehşete düşüren şeydir" der. Bu söze karşılık Serrac şunları söylüyor: Böyle bir tevhide eren kişi, kalbinde azamet ve heybet-i ilahiyye ile vecde ermiş ve bu suretle dehşet ve hayret içinde kalmıştır. Allah'ın ayaklarını kaymadan koruduğu kimseler hayret ve dehşetten kurtulur.

Şiblî der ki: "Nefy'i, isbât anlamı taşımayan kimsenin tevhîdi sahîh değildir." Kendisine "İsbât nedir?" diye sorulduğunda şu karşılığı verirdi: "Arapça'da benlik ve mülkiyet ifâde eden "yâ" harflerini ortadan kaldırmaktır." Serrac bu sözü şöyle açıklamıştır: Gerçek muvahhid kendini ortaya koymayı nefyeder; yani herşeyde benlik ve nefsi gönlünden çıkarır. "Ben, bana, beni, benimle, benim hakkımda, benden" vs. gibi lâfları bırakır. Her ne kadar dilinden bu tür kelimeler çıksa bile gönlünde bir benlik ve varlık iddiası bulunmaz.

Şiblî’ye göre "Tevhîd ilminden zerre kadar birşeye muttali olan gökleri ve yeri göz kapağındaki kirpikleriyle taşıyabilir". Bu sözün ma'nâsı şudur: Kul kalbiyle azamet-i ilâhiyye nurlarını müşahede edince gökler ve yer ile Allah'ın yarattıklarının hepsi, onun gözünde küçülür. Nitekim rivayet olunduğuna göre Cebrail (a.s.)'in altıyüz kanadı vardır. Cebrail bu kanatlarından ikisini açacak olsa doğu ve batıyı kaplardı. İbn Abbâs'dan rivayet edilen bir hadiste de: "Cebrail (a.s.)'in kürsînin eşiğindeki sureti, insanın göğsündeki zırhın halkası kadardır."

Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Atâ Bağdadî bir konuşmasında şöyle demiştir: "Gerçek tevhidin alâmeti, tevhîdi bile unutacak seviyeye gelmektir. Tevhîdin doğrusu "Vâhid" ile kaim olmaktır." O, bu sözüyle herşeyin halktan önce Hakk ile kaim olduğu duygusuna ermesini, kulun tevhîdi sırasında tevhidini görme hâlinden uzaklaşmasını kasdetmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, onların tevhidini murâd etmeseydi onlar bu duyguya eremezlerdi.


Marifet ve Arif

Ebû Saîd Harrâz'dan "Ma'rifet nedir?" diye sordular. Şu karşılığı verdi: "Ma'rifet iki türlüdür: Biri Hakk vergisidir, diğeri kulun gayretiyle kazanılır."
Ebû Türâb Nahşebî'ye Arifin özellikleri sorulduğunda şu karşılığı vermişti: "Hiçbir şeyden kirlenmeyen ve herşey kendisiyle parıldayan kimsedir
arif.”

Ahmed b. Atâ der ki: "Ma'rifet ikidir: Hakk'ı tanımak, hakikati bilmek. Hakk'ı tanımak, O'nun vahdâniyyetini, kendisinin ortaya koyduğu isim ve sıfatlarla tanımakla olur. Hakikati bilmek, Allah'ın Samedâniyyet ve Rubûbiyyet sıfatlarını gereği gibi kavramanın ve gerçek ma'rifetin imkânsızlığını anlamaktır. Çünkü Allah Teâlâ: "İnsanların ilmi O'nu (Allah'ı) ihata edemez, kapsayamaz.” Taha/10

"Gerçek ma'rifet imkansızdır" sözünün anlamı şudur: Allah Teâlâ, isim ve sıfatlarından mahlûkatın kavrayabileceklerini onlara açmış ve öğretmiştir. Hakk'ı gerçek anlamda tanımaya yaratıkların gücü yetmez. Çünkü bütün kâinat, O'nun azamet parıltılarının zahir olması halinde bile yok oluverir. O'nun azamet tecellîlerine dayanamaz. Azamet sıfatının sahibini tanımaya kim güç yetirebilir? Bu yüzden erbâb-ı kelâmdan biri şöyle demiştir: "O'ndan başkası O'nu tanıyamaz ve O'ndan başkası O'nu sevemez." Çünkü Samed sıfatını idrâk ve ihata etmek kabil değildir. Nitekim Allah Teâlâ yine buyurmuştur: "O'nun diledikleri hâriç insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi ihata edemezler.” Bakara/255

Rivayete göre Bâyezîd Bistâmî' den "arifin özelliklerini" sordular. O şu karşılığı verdi: "Suyun rengi bulunduğu kaba göre değişir. Su beyaz bir kapta ise sen onun rengini beyaz, siyah bir kapta siyah, sarı bir kapta sarı, kırmızı bir kapta kırmızı sanırsın. Arif ve velîler de böyledir. İnsanları değiştirip halden hale sokan o hallerin sahibidir, Hakk'ın tecellîleridir."

Bu sözün ma'nâsı şudur: Su, temizliği ve berraklığı ölçüsünde içinde bulunduğu kabın rengini yansıtır ve o rengin özelliğini taşır. İçinde bulunduğu kabın rengi suyun safiyetine etki edemez. Dışardan bakan kimse, kabın rengine göre suyu şu veya bu renkte görür. Arifler de böyledir. Arifin Allah ile olma özelliği, içinde bulunduğu hâle göre değişir. Gönlü ne kadar Hakk'a merbut ise "maiyyet-i ilâhiyye" hali de o kadardır.

Abdurrahman Farisi'ye "ma'rifetin kemalinden" sordular: "Ma'rifetin kemali, değişik şeyler bir araya geldiği, haller ve makamlar müsâvî olduğu ve aralarında fark görme hâli zail olduğu zaman ortaya çıkar." dedi.
Bu sözün ma'nâsı, kulun bir değişiklik olmadan bütün hallerinde Allah ile ve Allah için olmasıdır. Halinin mâsivâdan soyutlanmış bulunmasıdır. Bu halde olan kul, ma'rifetin kemaline erer.



4) Makamlar ve haller

Makam: Kulun, ibadet, mücâhede, riyazet, uzlet gibi konularda Hakk'ın huzurunda bulunduğu ma'nevî yerdir. Nitekim Allah Teâlâ buyurmuştur: "İşte bu makamımdan korkan ve tehdidden sakınan kimselere hastır.” İbrahim/14
"(Melekler der ki:) Bizim herbirimiz için bilinen bir makam vardır.” Saffat/164
Ebû Bekir Vâsitî’den Hz.Peygamber'in şu hadisini sordular: "Ruhlar saf olmuş askerler gibidir.” (Buhari, Enbiya,2) Vâsitî dedi ki: "Saf olmak, ruhların muhtelif makamlarda bulunmasını anlatır. O makamlar da tevbe, vera', zühd, fakr, sabr, rızâ, tevekkül ve benzerleridir."

Hâl: Zikir safâsı sayesinde kalplere yerleşen durumdur. Rivayet olunduğuna göre Cüneyd Bağdadî der ki: "Hal, kalplere inen bir durumdur, devamlı değildir." Şöyle de denmiştir: "Hâl zikri hafidir." Nitekim Nebî (s.a.) buyurmuştur ki: "Zikrin hayırlısı gizli (hafî) olanıdır" (Müsned,1,172)
Hâl, daha önce anlattığımız gibi mücâhede, ibâdet ve riyâzat türünden değildir. Hâl murakabe, kurb, muhabbet, havf, recâ, şevk, üns, tume'nîne, müşahede ve yakîn gibi şeylerdir. Rivayete göre Ebû Süleyman Dârânî şöyle der: "Muamele kalbe rücû edince organlar müsterih olur."

Ebû Süleyman'ın bu sözü iki ma'nâya gelebilir:

1) Kul, kalbini zikr-i ilâhî'den alıkoyacak kötü duygu ve düşüncelerden korumakla meşgul olursa organlar, amellerin vereceği yorgunluk ve sıkıntı duymaz.

2) Mücahede, ibadet ve amellerin kalbe yerleşerek orayı vatan tutması kalbin bunlardan haz ve tad alması sonucu kul, yorgunluk duymaz. Bu hal gönlüne yerleşmeden önceki acıyı hissetmez.

Nitekim sufîlerden biri şöyle der: "Yirmi sene gece ibâdetinde zorlandım am sonunda yirmi yıl ondan hazz alma ni'metine erdim." Bir başkası  şöyle der: "Yirmi yıl Kur'an okurken dilimle damağım arasında zorlanarak okudum. Ama bunun akabinde yirmi yıl bu işten haz aldım."

Cüneyd der ki: "Kalplere sahip olunmadan hukuk-ı ilâhiyyeye riâyet mümkün değildir. Gönlü olmayan kimse ibâdetlerinde ısrar edip durur, böyle birinin temiz bir ecri de olmaz.



Tevbe makamı

Ebû Ya'kub Hamdan Sûsî der ki: "Allah yoluna giren kimselerin ilk makamı tevbedir." Sûsî'ye "tevbenin ne olduğu" soruldu. Şu karşılığı verdi: 'Tevbe ilmin yerdiklerinden övdüğü şeylere dönmektir."

Sûsî'nin ta'rif ettiği tevbe, mürîdlerin Hakk yoluna yeni yönelmiş, bazan öyle, bazan böyle olan kimselerin tevbesidir. Sehl b. Abdullah'ın tarifi de mürîdlerin tevbesidir. Cüneyd'in ta'rifi ise günahını hatırlamayan tahkik erbâbının tevbesidir. Çünkü azamet-i ilâhiyye ve zikre devam hâli kalpleri üzerine etki ettiğinden onlar günahlarını hatırlamazlar bile. Ruveym b. Ahmed'in tevbe konusundaki "Tevbe, tevbeden bile tevbedir" sözü buna benzer.



Vera makamı

Vera' makamı onurlu bir makamdır. Nitekim Nebî de "Dininizin temeli vera'dır. Ehli vera üç tabakadır:

1) Açık surette haram ve helâl oluşu belli olan şeyler arasında kalan ve kesin olarak haram ve helâl denilemeyen şüphelilerden sakınanların veraı şüpheli şeylerden sakınmak gerekir. Nitekim İbn Şîrîn der ki: "Bana vera'dan daha kolay gelen birşey yoktur. Bir şey gönlüme şüphe veriyorsa hemen onu terkederim.

2) Eli bir şeye uzandığında kalbiyle duruma vâkıf olarak göğsü daralan kimselerin veraı. Bu tür veraı ancak gönül ehli uyanık kişiler ve tahkik ehlinden olan kimseler anlayabilir. Nitekim Nebî (s.a.) "Günah, gönlünde daralma meydana getiren şeydir" (Müslim, Birr,14) buyurmaktadır.

Ebû Saîd Harrâz der ki: "Vera, halka zerre ölçüsünde bile olsa haksızlık yapmaktan uzaklaşmaktır. Ta ki hiçbir kimse sizden bir zulüm ve haksızlık gördüğünü iddia ederek talepte bulunamasın."

3) Ariflerin ve vecd ehlinin mertebesi. Nitekim Ebû Süleyman Dârânî şöyle der: "Seni Allah'tan alıkoyan her şey, senin için uğursuzdur." Sehl b. Abdullah'a da "katışıksız saf' helâlden sorulduğunda şöyle karşılık vermişti: "Helâl, içinde Allah'a isyan bulunmayan şeydir. Saf helâl ise Allah'ı unutmadan; gafletsiz olandır." Allah'ı unutmadan, gafletsiz olarak gerçekleştirilen vera', kendisine: "Yâ Ebâ Bekir, vera' nedir?" diye sorulduğunda Şiblî'nin verdiği şu cevapta ifâdesini bulmuştur: "Vera', göz açıp kapaymcaya kadar bile olsa, kalbinin Allah ile olan ilgisini dağıtan şeyden uzaklaşmandır."
Vera’ın birinci derecesi avamın, ikinci derecesi havassın, üçüncü derecesi havâssu'l-havâssın veraıdır. Vera zühdü gerektirir.



Zühd makamı

Zühd yüce bir makamdır. Hoş hallerin, güzel mertebelerin temelidir. Allah'a yönelenlerin, her şeyden kesilip O'nun rızâsma talip olanların ve tevekkül erbabının ilk basamağıdır. Zühdü sağlam olmayanın ondan sonraki durumu da pek sağlıklı olmaz. Çünkü dünya sevgisi her kötülüğün başıdır. Dünyadan zühd etmek ise her türlü hayr ve tâatın başıdır.



Fakr makamı

Fakr, yüce bir makamdır. Allah Teâlâ kitabında fukarayı anmış, özelliklerini saymış ve şöyle buyurmuştur: "Zekât, kendilerini Allah yolunda vakfeden fukara içindir." Bakara/274. Nebî (a.s) da şöyle buyurur: "Fakr mü'mine, atın yanağında ki perçemden daha çok yakışır” (Keşful Hafa,2,131)
İbrahim b. Ahmed Havvâs der ki: "Fakr, şeref giysisi, peygamber libâsı, salihler cilbâbı, muttakîler tacı, mü'minler süsü, arifler ganimeti, mürîdler ideali, itaatkârlar kalesi, günahkârlar zindanıdır. Günahlara keffaret, sevaplara büyüteçtir. Dereceleri yükseltici, gayelere erdiricidir. Allah'ın hoşnutluğu ve
dostluğa seçtiği iyi kullarına ikramıdır. Fakr, sâlihlerin şiarı, muttakîlerin yolu dur.


Sabır makamı

Sabır, yüce bir makamdır. Allah Teâlâ sabr ehlini kitabında anarak övmüş ve "Sabredenlere ecirleri hesapsız olarak verilecektir.” Zümer/10 buyurmuştur.
Cüneyd'den "sabrın ne olduğu" soruldu. Dedi ki: "Zorluk ve sıkıntı zamanı geçinceye kadar, rızık sıkıntısına Allah için tahammül göstermektir." İbrahim Havvâs der ki: "Halkın ekserisi sabır yükünü taşımaktan kaçtı ve rızık talebi için esbaba sığındı ve esbaba güvenerek sanki sebepler onların rableri oldu."



Tevekkül makamı

Tevekkül yüce bir makamdır. Allah Teâlâ tevekkülü emretmiş, onu imanla birlikte zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Eğer mü'min iseniz Allah'a tevekkül ediniz” Maide/23.  "Tevekkül ehli olan kimseler Allah'a tevekkül etsin.” İbrahim/12. Bir başka yerde şöyle buyurmuştur: "Mü'minler Allah’a tevekkül etsin.” Tevbe/51.  Bu âyette Allah Teâlâ, mütevekkillerin tevekkülünü, mü'minlerin tevekkülünden daha has kılarak onları havâsstan saymıştır.

Sehl b.Abdullah der ki: "Tevekkül yüzünü Hakk'a çevirip O'na arkasını dönmemektir. Bu manâda tevekkülü ancak kabir ehli kimseler sağlıklı olarak yapabilir." Yani ölmeden evvel ölmek sırrına erenler bu manâda bir tevekkülü gerçekleştirebilirler.



Rıza makamı

Rızâ değerli bir makamdır. Allah Teala kitabında rızâyı şöyle anlatır: "Allah onlardan, onlar da Allah'tan razı oldular.” Maide/19. “Allah'ın onlardan razı olması herşeyden büyüktür.” Tevbe/72.  Görüldüğü gibi, Allah kendisinin kullarından razı olmasını, kulların kendisinden razı olmasından daha büyük görmüş ve kendi rızâsını onların rızâsından önce zikretmiştir. Allah'a açılan en büyük kapı ve dünya cenneti demek olan rıza, kulun kalbinin hükm-i ilâhî altında sükûnet bulması, ıztırap ve inhiraf duymamasıdır. Cüneyd'den "Rızâ nedir?" diye sorulunca: "İrâdeyi kaldırmaktır." diye cevap verdi.

İbni Ata der ki: "Rıza, kalbin, Allah'ın kul için olan kadîm irâdesine nazar etmesidir. Çünkü kul, Allah'ın kendisi için en efdal olanı seçtiğini bilir ve buna razı olarak kızmayı bırakır."


Rızâ, makamların sonuncusudur.

Abdullah Kargılı

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fena ve Beka

Ortaasya ve Balkanlarda dini gruplar