Bazı tasavvufi kavramların izahı
Sufi
Onlara içleri ve dışları pak
olduğu için, yün manasına gelen “sof”dan yapılan elbise giydikleri için,
ashab-ı suffa’ya benzedikleri için, Allah’ın huzurunda ilk safta bulundukları
için, Allah’a olan muamelesini saf hale getirdikleri için sufi denilmiştir. Bunların
içinde sufi kelimesinin sof’dan yapılma elbise giyenlere nisbet edenlerin
görüşleri daha kuvvetlidir. Zira ilk dönem zahidlerin yün elbise giydikleri
bilinmektedir.
Ebu Hureyre ve Fudayl b. Ubeyd suffa ehlinin hallerinden
bahsederlerken onları açlıktan yerlerde sürünen, yün elbise giyinen ve
terledikleri zaman yağmur altında kalan koyunlardan çıkan koku gibi bir koku
çıkaran kimseler olarak tasvir etmişlerdir. Yün elbise peygamberlerin ve
evliyaların giyim tarzıdır. Ebu Musa El-Eşari bu konuyla ilgili Hz. Peygamberin
“Şu kayalıklardan yetmiş peygamber geçti. Üzerlerinde aba olduğu halde yalın
ayak kabeyi tavaf etmişlerdi.” sözünü nakleder.
Hasan-ı Basri de Hz.İsa’nın ,
Resulullah’ın, Ashab-ı Suffa’nın, Bedir savaşına katılanların sof elbise
giydiklerini anlatır. Sufiyye, tasavvuf kelimeleri Hz. Peygamber ve ashabı
arasında kullanılmamıştı. Ve onlardan hiçbirinin lakabı sufi değildi. Çünkü
Allah Rasulu ile sohbetin ve sahabi adıyla anılmanın belli bir saygınlığı
vardı. Sahabilere sahabilikten daha çok yakışacak bir isim bulunamaz. Bu, Allah
Rasulu’nun kendi şeref ve saygınlığından kaynaklanan bir özelliktir.
Sahabiler,
bütün abidlerin, zahidlerin, mütevekkillerin, fukaranın, rıza ve sabır ehli
kimselerle mütevazilerin makamlarıdır. Onlar nail oldukları her türlü şeref ve
meziyete Allah Rasulünün sohbeti sayesinde nail olmuşlardır. Sahabiler,
hallerin en yücesi olan sahabiliğe mensup olduklarından onların hallerin en değerlisi
olan sohbetten başka bir faziletle yüceltilmeleri mümkün değildir.
Sufi
kelimesi Hasanı Basri’nin zamanında biliniyordu. Bu da sufi kelimesinin Hicri
II. Asır itibariyle kullanılmaya başlandığını gösteriyor. Hasan Basri, Allah
Rasulu’nun ashabından bazılarıyla görüşmüş bir tabiidir. Rivayete göre o şöyle
demiştir: “Mekke’de tavaf sırasında bir sufi gördüm ve ona bir şeyler vermek
istedim, fakat o bunu almadı ve “Benim yanımda dört çeyrek dinar var, yanımdaki
bana kafi.” dedi. Rivayete göre Süfyan Sevri şöyle demiştir: “Ebu Haşim Sufi olmasaydı
ben riyanın inceliklerini öğrenemezdim.”
Muhammed
b. İshak b. Yesar ve diğerlerinden gelen Mekke ile ilgili rivayetleri toplayan
bir kitapta şöyle bir haber nakledilmektedir: “İslam’dan önce bir çağda Mekke
bomboş ve Beytullah’ı tavaf edecek kimse kalmamış. Mekke’ye uzak bir beldeden
bir sufi gelip Beytullah’ı tavaf ederek memleketine geri dönüyormuş.” Eğer bu
rivayet doğru ise İslam’dan önce bile “sufi” kavramının bilindiği ortaya
çıkmaktadır ki, o zaman da bu isim fazilet ve salah ehli kimselere nisbet
ediliyormuş.
Sufilik
yolunda azimeti bırakıp ruhsata sığınmak; tevil kapısını zorlamak, rahat ve
refaha meyledip ölçüleri gevşek tutmak, şüpheli şeylere kaymak sözkonusu
değildir. Çünkü bu tür davranışlar dini küçük görmek, dini emirleri hafife
almak ve ihtiyatı elden bırakmak anlamı taşır. Oysa sufilerin yolu, dini
konularda evla ve sağlam olanla amel etmektir. Sufilerin bundan başka
yükseldikleri dereceler ve haller, ibadet taat ve ahlak türünden menziller
vardır. İbadet, ahlak ve hallerin birtakım incelikleri vardır ki bunlar fukaha
ve hadisçilerden farklı olarak, sadece sufilere mahsustur.
Sufilerin
diğer ilim erbabından farklı ilk özellikleri, farzları yerine getirdikten ve
haramlardan kaçındıktan başka malayani denilen boş ve anlamsız meşguliyetleri
terk etmek, maksatları ile aralarına giren her türlü alakadan sıyrılmaktır.
Onların Allah’dan başka gaye ve maksatları yoktur. Sufilerin bundan başka
muhtelif adabı vardır. İşte onlardan bazıları: Dünya nimetinin azına kanaat
etmek; zaruri olan yani olmazsa olmaz ölçüsündeki bir azıkla yetinmek, zaruri
olan giyim kuşam, yiyecek ve istirahat imkanını sağlayacak bir şeyle iktifa
etmek, iradi olarak fakirliği zenginliğe tercih etmek, aza koşup çoktan kaçmak,
açlığı tokluığa tercih, üstünlük ve büyüklüğe rağbet etmemektir.
Biat
Lugatta
bey’at satış işlemi demektir. Tasavvufta ise mürid adayının şeyhe ve onun
vereceği emirlere bağlı kalacağına söz vermesidir. İntisab, mubayaa, ahid,
inabe, el alma ve ikrar gibi terimler de bu anlamda kullanılır. Biat, mürşidin
kalbinden müridin kalbine feyz akışı sağlar. Aralarındaki ayrıntıları bir
kenara bırakırsak bütün tarikatlarda beyat gayesi ve yapılış şekliyle hemen
hemen aynıdır.
Tarikata girmek isteyen kimse önce kendi meşrebine uygun bir
mürşid arar, böyle bir şeyh bulunca ona başvurur, istihare yapar. Olumlu sonuç
alınırsa bağlılık gerçekleşir. Mürid mürşidin huzurunda oturur. Şeyh müride
bütün geçmiş günahlarından tevbe etmesini telkin eder. Üzerinde herhangi bir
kul hakkı varsa ödemesini tavsiye eder. Mürid bunlara uyacağına söz verir. Kuran-ı
Kerimden biat ayetleri okunarak tören sonlanır. Biat sırasında hırka veya sikke
gibi işari anlamı olan giysiler kuşandırılır.
Biat büyük sorumluluk gerektirir.
Mürşidin kalbinden müridin kalbine feyz akışı sağlar. Sözden yani biattan
vazgeçmenin vebali büyüktür.
Tevbe
Genellikle
tasavvufi makamların ilki sayılır. Tasavvufta tevbe , bir irkilme, tayakkuz, ve
hakka yöneliştir. Günahdan rucu edip hakka yönelmektir. Müminin kötü huylardan,
İslamın ruhuna zıt davranışlardan sıyrılması, samimiyetle güzel huylara rucu
etmesidir. Tevbe sadece tasavvuf ve tarikatlerin değil bütün dînlerin ortak
terimlerindendir.
Tasavvufa tevbe ile girilir. Genellikle tasavvufi makamların
ilki sayılır. Kuranda müminlerin kurtuluş sebebi sayılan ve dönüşü olmayan
nasuh tevbesine teşvik eden ve önce istiğfarı ardından tevbeyi emreden ayetler
vardır. Şeyh, müridden ilk önce Allah'a karşı
işlediği günahlardan tevbe etmesini ister. Tevbe bir uyanış ve silkiniştir. Bu
da Allah'ın insana teveccühü ile gerçekleşir. Tevbe günahları unutmayı da içine
aldığından şöyle bîr prensip de vardır Tevbeye tevbe. Bazen bir söz. bir
satırlık yazı, bir rüya tevbeye sebep olabilir.
Nefs
mücadelesi tevbe ile başlar. Caferi Sadık'tan (Öl. 148/763) şu söz
nakledilmiştir: “Tevbe sîz ibadet sahih olmaz.” Bu söz tevbenin ibadetten önce
geldiğini gösterir. Allah Taâlâ da, "Tevbe edenler, ibadet edenler” gibi
bir sıralama yapmıştır.
Seyr-u Suluk
Suluk yola
gitmek, salik yolcu demektir. Seyr de suluk manasınadır. Sefer de aynı anlama
gelir. Fakat tasavvuf ıstılahında kullanma yerleri biraz daha farklıdır. Manevi
ve ruhani yolculuğa işaret ederler. Tasavvuf yolunda seyr-u suluk Allah’a
kavuşmaya istidat kazanmak için ahlakı temizleyip güzelleştirmekten ibarettir.
Kulun nefsini mevki ve makam sevgisinden, kin ve hasetten, kibir ve
cimrilikten, gösterişten, gıybetten, hırstan velhasıl kötü bütün huylardan
temizlemesi yerine ilim, hilm, haya, adalet, rıza gibi iyi huyları
yerleştirmesidir.
Seyr-i
suluk’un beş mertebesi vardır. Birinci mertebe seyr-i ilallah’dır. Allaha doğru
olan bu yolculukta fena fillah vuku bulur. Kalb makamının ve Allah’ın
isimlerinin tecellileri oluşur. Allah’da fani olma gerçekleşir.
İkinci mertebe
seyr-i fillah’dır. Allah’ın sıfatı ile sıfatlanmak, Allah’ın isimleriyle
gerçekleşmek, Allah’ın ahlakıyla
ahlaklanmak ve bütün beşeri sıfatlardan kurtulmak burada gerçekleşir. Bu
mertebenin sonunda ledün ilminin kapıları açılır. Allah ile var olmak yani beka
billah gerçekleşir.
Üçüncü mertebe seyr-i maallah’tır. Bu mertebede ikilikten
eser kalmaz. Bu seferin sonunda aynul cem makamına ulaşılır. Yani salik bütün
zıtlıkları hem zahiren hem batınen aşmış olur. Dördüncü mertebe seyr-i
anillah’dır. Bu yolculuk vahdetten kesrete olan yolculuktur. Yani Hak’tan halka
dönüp talipler terbiye edilir. Bu seyrin sonunda Fark ba’del cem denilen makama
ulaşılır. Beşinci mertebe seyr-i fil eşyadır. Bu mertebe makamların en
yücesidir.
Birinci seyirden itibaren her şey yok olduktan sonra dördüncü
seyirden itibaren de her şeyin tek tek meydana gelmesinden ve eşyayı tanımanın
kemalinden ibarettir. Yukarıdan da anlaşılacağı üzere seyri ilallah ve seyri
fillah velilik mertebesine erişmek için, seyri anillah ve seyri fil eşya ise
kamil mürşidler içindir.
Perdenin
açılıp gizli olanın ortaya çıkmasına denir. Tasavvufi anlamda gayba muttali
olmaktır. Üç şekilde gerçekleşir. Birincisi muhadaradır. Huzurda olmak
demektir. Salikin kalbinin Allah’ın esmasından aldığı feyizle Hakk’ın huzurunda
olmasıdır. Ya kuvvetli deliller sayesinde ya da zikrin etkisiyle meydana gelir.
İlim adamlarının araştırdığı deliller vasıtasıyla ulaştıkları bilgi de muhadara
kapsamına girer. Muhadara aynı zamanda ilmel yakin mertebesinin karşılığıdır.
İkincisi mükaşefedir. Aynel yakin mertebesinin karşılığıdır. Mülhime makamında
gerçekleşir. Mükaşefe beden ve his perdesinin kaldırılması ve ruh aleminin
seyredilmesidir. Maddi duygular insanda kesafet oluşturur. Bu kesifliği zikir,
riyazet, tasfiye, mücahede ile ortadan kaldırdıktan sonra letafet oluşur.
Zulmani perdeler kalkar. Gayb alemi görülmeye başlanır. İşte buna mükaşefe
denir. Kişinin akıl ve duyu organları ile elde edemediği gayb alemine dair
bilgileri sağlar. Mükaşefe ilminin gayesi marifet elde etmek ve uluhiyete ait
konularda kalbi bilgi sağlamaktır. Fakat bu bilgilere şeytani bilgiler
karışabilir.
Üçüncüsü müşahededir. Müşahede hakkal yakin mertebesinde
gerçekleşir. Mülhimeden sonraki makamlarda gerçekleşir. Hakkın kalpte hazır
olmasıdır. Müşahade sahibi kendi zatını ortadan kaldırmış, marifeti onu mahv
haline eriştirmiştir. Müşahade ile elde edilen bilgiye şeytan karışamaz.
Velayet
Veli dost
demektir. Allaha dost veya Allah için dost olan kimse anlamına gelir.. Allahın
gözettiği bir an bile kendi nefsiyle baş
başa bırakmadığı kimse olarak tarif edilir. Veli dünyaya rağbet etmez.
Nefsini masivadan temizlemiştir. Seyr mertebelerinin hepsinde veli olma şartı
vardır. Özellikle seyri ilallah, seyri fillah makamlarında velayet husule
gelir. Seyri anillah ve seyri fil eşya da kişi mürşidi kamil olur. Ama aynı
zamanda o kişi velayetini sürdürmektedir.
Veli günah işlemekten korunmuştur.
Peygamber günah işlemekten masum , veliler günah işlemekten mahfuzdur. Velayet
iki kısma ayrılır. Birincisi velayeti ammedir. Bütün müminlere şamildir.
Velayeti hassa sülük erbabına has bir velayettir.
Fena-Beka
Fena
yokluk, beka ise daimi olmak demektir. Tasavvuf literatüründe fena ve beka
haller içinde zikredilir. Aslında bu hal bütün makamlarda geçerlidir. Genel
ifadesiyle salik bütün kötülükleri nefyetmiş, yok etmiş ve kendisinde güzel
ahlakı daim kılmıştır. Fena yolunda ilerleyen mürid kendini kaybeder, fena
bulur. Fail olarak Allah’ı görür. Kul Allah ile o kadar meşgul olur ki sonunda
benlik şuurunun kaybeder. O şuurunun yerine Allah geçer.
Fenanın en yüksek
derecesi fena ani’l fena’dır. Bu da fena haline erme şuurundan da fani
olmaktır. Allah yaklaşmanın en ileri derecelerinden biri fenadır. Fenaya eren
kulun yerine Allah geçer, bu yüzden fani olmak, büsbütün hiçe karışmak
demektir.
Seyr-i sülük
eğitim sürecinde fena kavramı dört şekilde kullanılır. Birincisi fena fi’l
ihvandır. Tarikat içindeki kardeşlerin sevgisini gönüle yerleştirmek, onlarla
üzülüp onlarla sevinmek, hizmetlerini görmek demektir. İkincisi fena fi’ş
şeyhdir. Mürşidinde fani olmak demektir. Şeyhin arzu ve iradesini kendi arzu ve
iradesinin üzerine koymaktır. Üçüncüsü fena fi’r rasuldür. Rasulullah’ın
ahlakıyla ahlaklanması ve onda fani olması demektir. Dördüncüsü fena
fi’llahdır. Müridin kendi hal ve sıfatlarından sıyrılıp Allah’ın sıfatlarıyla
bezenmesidir.
Fenanın ardından beka devreye girer. Beka bir bakıma insanın
kendisinin etrafındaki halkı ve eşyayı görmemesi halidir.
Abdullah Kargılı
Yorumlar