İstanbul'u anlamak


Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar’la İstanbul Üzerine Bir Söyleşi


İstanbul’un fethinin önemi ve Müslüman-Türk kültüründeki yeri nedir?
Ahmed Güner Sayar : Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u 29 Mayıs 1453’de fethediyor. Fetih sonrasında, bugünkü suriçi İstanbul’unu kabil olduğu kadar kısa bir zamanda bir Müslüman-Türk şehri haline getirmek istiyor. İşe önce mezarlıklardan başlıyor. Zira mezarlıklar, bir ülkenin tapu senedidir. İstanbul, Salı günü fethediliyor ama sokak aralarındaki çarpışma, Cuma gününe değin devam ediyor. Bu çarpışmalarda askerlerimiz şehit oluyor. Durumdan Fatih Sultan Mehmed haberdar ediliyor. ‘Askerlerimiz şehit oluyor, ne yapalım?’ diye Sultan’a sorduklarında, Sultan, şehit oldukları mahalle defnedin diye emir veriyor. Bunun anlamı şu; şehri kısa bir zaman zarfında Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak istiyor.

Fetihle birlikte Türkler, İstanbul’u bir mezbele halinde buldular. Biten Bizans’tan birkaç tarihi mabet dışında şehir, harap ve sefil bir hâlde idi. ’Nimel-ceyş’ denilen İstanbul’un bu kutlu askerlerini kabirlerinden bugüne kalanlar, sokak aralarında, 1453’den beri, bir Türk mührü olarak duruyorlar. Ayrıca, yapılan düz damlı bodur minareli mescitler, camiler, namazgâh, hamam, sebil ve çeşmeler yanında Türk zevkini yansıtan evler inşa ediliyor. Birkaç balıkçı Rum köyü bulunan Boğaziçi, zarif yalıları, sahilhaneleri ve bey ve paşa konaklarıyla Türkleşiyor. Bu meyanda, Anadolu ve Rumeli’nin muhtelif yerlerinden insanları merkezî İstanbul’da iskân ediliyor. Buna dönemin eğitim kurumu medreseleri de ilâve etmeliyiz. Mesela, Niğde Aksaray’dan, ya da Samsun Çarşamba’dan gelenler, iskân olundukları mahallere, geldikleri beldenin ismini veriyor. Netice itibariyle, İstanbul’un tarihi yarımadası, kısa diyebileceğimiz bir sürede, 20 ilâ 30 yıl arasında, yeni fizyonomik çizgileriyle bir Müslüman-Türk şehri görünümünü kazanıyor, Fatih Sultan Mehmed, bunu öyle bir şehirde gerçekleştiriyor ki, orası en az on asırlık bir Bizans şehridir. Onlar, 10 asırdır İstanbul’da kalmıştır. Bizans’tan bu şehri işgal etmek kolay olabilirdi, ama zapt etmek zor olacaktı. Bazen şehir işgal edilir, ancak güçlü kültür birikimin yoksa işgal ettiğin yerde esir olursun. İstanbul’a güçlü Bizans damgasını vurmuş müthiş bir kültürün izlerini taşıyan, temel dini abidelerini koruyarak, Fatih Sultan Mehmed, bu muhteşem projeyi gerçekleştiriyor. Akan zamanda İstanbul, kazandığı bu ruhanî çizgilerini devam ettirerek, Müslüman bir şehir olmaya devam ediyor, ruhaniyetini bir asırdan ötekine muhafaza ediyor.

Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethiyle iki mühim işlevi, irrasyonel ve rasyonel unsurların birlikteliği açısından yerine getiriyor. Önce şehre kudsiyetini kazandıran Hz. Peygamber’in hadisini gerçekleştiriyor. İkincisi, şehre maddi bir görünüm kazandırırken Bizans kültürü nün karşısına Türk kültürünü getiriyor. Yapılan mimari eserler ve diğer imar hareketlerinin yanında bu şehre iskân ettiği insanlar, onlara eğitimi ve sağlık hizmetleri vermek için açılan medrese ve şifahanelerle, buradaki Türk insanını İstanbullu [şehrî] yapıyor. Esasen, Sultan’ın vakfiyesinde yer alan şu beyit, yaptığımız değerlendirmelerin özlü bir hülasasıdır: “Hüner şehri bünyâd eylemektir. Reaya kalbin abâd eylemektir”

Türkler’in, Anadolu’ya girişleri ile birlikte, istikbâle matuf devlet programlarında, ilk sırada olmasa bile, mutlaka İstanbul’un fethi vardı. Nitekim 1071’de Anadolu’ya geçişin gerçekleşmesinden on yıl sonra, 1081’de Üsküdar’a ulaşılıyor. Üsküdar’dan İstanbul’a baktığında, Hz. Peygamber’in, ‘İstanbul mutlaka feth olunacaktır’ hadisi, Türklerin bu programını yönlendiriyor. Üsküdar’dan surlarla çevrili İstanbul’a bakarlar ve geri dönerler. İstanbul’un kutsiyeti, bu hadiste gizlidir. Önce 1352’de, Üsküdar alınır. Ancak Fetih, bu tarihten dolu bir asır sonra, 1453’de müyesser oluyor. Bu tarihten sonra, bu şehre has ruhaniyetin kazandırılmasının ardında, Hz. Muhammed’in bu hadisine ittiba edilmesi söz konusudur. Dolayısıyla, bugünden düne baktığımızda, tarihi Suriçi yerinde duruyor, ancak, 1910’lar itibariyle başlayan, önce tedrici bir yıkım sürecini, kör kazma ve dehşetengiz yangınlarla İstanbul kan kaybetse de, büyüsünü korudu ve o ruhnüvaz görünümü ile Cumhuriyetli yıllara ulaştı.

Ben, doğma büyüme o tarihi yarımadanın çocuğuyum. Fatih’te Hırka-i Şerif’te, yani Müslüman bir muhitte hayatım geçti. Çevrem tarih kokan eserlerle dolu idi. Akseki Mescidi (1453), Hırka-ı Şerif Camii (1851), Eski Ali Paşa ya da Mesih Paşa Camii (1585). Çeşmeler, eski yazılı mezarlar vd. İstanbul’un hemen her semtinde bu çizgiler vardı. Ne var ki, iktisadi ihtiyaçlara cevap veriyorum, o nedenle yol açıyorum diye mescitleri, ‘nimel ceyş’ mezarlarını yıkıp, o tarihi yapı taşlarının yerini, gündelik ihtiyacı gideren yapılaşma ile kapatacak olursanız, bu şehre mührünü vurmuş olan Türk-Müslüman kimliğinizi kaybedersiniz. Zira yıkımlarla, bize İstanbul’un ulûhiyetini ikram eden ecdadın bu toprakta hayatlarıyla yarattıkları eserlerin hatırası ile birlikte, mesela, yıkılmış bir mescitte, ismini dahi bilmediğimiz bir sanatkârın elinden çıkmış bir minberin veya mihrabın da yok oluşu ile gerçekte yok edilen İstanbulluluktur. Sivil yapılaşma ile kötü bir popülizmin esiri olan beledî yönetim de İstanbul’a zarar verdi. Neyi kaybettiğimize dikkat etmemiz lazım. Kazanç hırsının yarattığı ‘ahistoric’ iktisadi hedonizm, ‘historic’ İstanbul’u bu hâle getiren baş düşmanımızdır. Ulûhiyeti olan İstanbul’u, taş yığını haline getiren bu düşmanı, önce içimizde aramamız gerekiyor. Eğer inanıyorsanız, Hz. Peygamber’in hadisine sarılmak ve o hadise uygun olarak işler görmüş insanların mirasına halel getirmemek için Suriçi İstanbul’a tarih ve çevre şuurunu sahiplenmiş yöneticilerin dikkat ve özenine ihtiyacımız vardır.

Hocam, sizin bildiğiniz İstanbul’da planlama ya da yıkımlar ne zaman başladı?
1910’lar itibariyle, Şehremini olan Cemil Topuzlu Paşa zamanında, imar faaliyetleri adı altında tarihi noktalara dokunulmaya geçildi. O dönemde, İmparatorluk coğrafyasında tek bir şehir var, o da İstanbul. Sur içerisinde başka bir şehir yok çünkü. Kubbelerin kesimi de bu zamanlarda yapılmış, Türk mührü kesilmiştir. İstanbul, bu yıkım faaliyetlerinin en şedidini, Demokrat Parti iktidarı döneminde yaşamıştır. 60 kadar mescit yanında, daha sayısını bilmediğimiz mezar taşlarından tutun, namazgâhlara kadar ecdat yadigârı eserler helâk edilmiştir Bu gerçeği pek bilen yoktur. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in söylemlerine baktığınız zaman, İstanbul’un Ankara’nın yanında üvey evlat muamelesi gördüğünü, İstanbul’un ihmal edildiğini, İstanbul üzerine planlamaların yapılmadığını söylediğini görürsünüz. Menderes’in bu yıkım icraatı karşısında üç kişi ona isyan etmiştir. Bunlardan birincisi, Yahya Kemal Beyatlı’dır. “Yıkıyorsun. Yıksana Süleymaniye’yi” demiştir. İkincisi, Osmanlı Mimari Tarihçisi Ekrem Hakkı Ayverdi. Üçüncüsü ise Süheyl Ünver’dir. Süheyl Bey ise şöyle demiştir; “Evet, Süleymaniye’ye, Sultanahmed’e, Nuruosmaniye’ye, Ayasofya’ya, Fatih’e dokunmuyorsun, bunlar selâtin camiiler. Bunlar, bir ordunun komutanları. Askerler nerede?” Erler olmadan komutanlar bir şey yapamaz.” Demokrat Parti’nin başına gelenler ve halâ siyaseten bir parti olarak toparlanamaması, işte bu yüzdendir. Diyeceğim şu ki, yöneticiler, hususiyle Fatih kazasının idarecilerinin çok dikkatli olmaları gerekiyor. Ama bu yol açma hevesiyle yapılanların hepsi de, İstanbul’u ihya etme uğruna yapılmıştır, ne yazık ki. Ama şehrin tarihi köşe taşları muhafaza ederek bunların yapılması gerekirdi. Ben çocukluğumdan kaç tane mescidin, yıkıldığını hatırlıyorum.

Ne hazin hikâyedir, bir bilseniz. Allah gani gani rahmet eylesin. Süheyl Ünver, her yıkılan tarihi eseri resmetmiş ve defterler hazırlamıştır. Hatta kendisi anlatmıştı; bir keresinde yıkımın başlamasını geciktiriyor. Bekletiyor ve o arada yıkılacak mescidin sulu boya resmini yapıyor. Yıkıcılar, Süheyl Hoca’yı resmini tamamlayana değin bekliyorlar. Yıkılan mescitlere ilişkin Hoca’nın yaptığı her resim bugün belgesel kıymeti olan resimlerdir. Bu resimler, daha sonrada, Recep Tayyip Erdoğan’ın Büyükşehir Başkanlığı döneminde yayımlanan bir albümde, “Benim Sevdiğim İstanbul” adı altında 240 tane sulu boya resim içinde yayınlanmıştır. O resimlere baktığınız zaman, şimdi o camilerden, tarihi eserlerden bazılarının yerlerinde yeller esiyor. Eğer yola gidip yıkılmamışsa, İstanbul’u fetheden o kutlu askerlerin mezarlarının bir kısmı, halk arasında çaput bağlanarak, ya da o mezarlara, ‘uludur, çarpar’ korkusuyla bakıldığı için yıkıcıların kör kazmasından korunmuştur. Yoksa bu ekonomik beklentiler arasında çok fazla tutunamaz ve onlar da kaybolup giderdi. İşte, İstanbul’un hazin tarihi, macerası budur.

Bu hikâye, 1910’larla birlikte, Cemil Topuzlu’nun imar hareketleri ile başladı, daha sonra, Cumhuriyet döneminde harf inkılabıyla birlikte, tedrici bir süreç içerisinde devam etti. O eski yazılı kitabelerin bazılarının, ya üstü kapatıldı, ya da imha edildi. Mesela, İstanbul Üniversitesi’nin taç kapısının üzerinde T.C. ibaresi yer alıyordu. O ibarenin altında, Sultan Abdülaziz’in tuğrası vardı. O şimdi, yeniden gün yüzüne çıkartıldı. Aynı şekilde orası, kuruluşu itibariyle, Osmanlı Genel Kurmay binası, Daire-i Umur-u Askeriyye idi. Süheyl Ünver ve Sabri Ülgener kaynaklı olduğu için anlatıyorum bunları. 1933 senesinde, orası Darülfünûn’dan üniversiteye geçiş sürecinde, İstanbul Üniversitesi’ne veriliyor, binalar ve o muhteşem alan. Taç kapının her iki yanında, Fetih Suresi’nin ilk ayetleri yazılıdır. Hattatı ise Mehmed Şefik Bey’dir. Taç kapıdan içeri girişte ve dışarı çıkışta, bu enfes yazıları görürsünüz. Hat ve hattattan anlayan dönemin Darülfünûn Reisi İsmail Hakkı Baltacıoğlu, bu yazıların yerlerinden alınmasına, dolayısıyla imhasına mâni olabilmek düşüncesiyle, üzerlerinin mermerle kapatılmasını sağlıyor. 1950’lere doğru, Süheyl Ünver Bey, daha sonraki rektörlerden Sıddık Sami Onar’dan rica ederek bu mermerlerin kaldırılmasını gerçekleştiriyor. Bir tek, tuğranın üzerini kaplayan mermere dokunulmuyor. O da, yakın bir tarihte kaldırıldı.

Henry Prost var mesela, İstanbul’un planlanmasında yer alıyor. Büyükşehir Belediyesi’nde danışmanlık yapıyor. Millet Caddesi, Vatan Caddesi, Kennedy Caddesi gibi büyük caddelerin planlanması bu dönemde yapılmış. Avrupa’dan getirilen başka mimarlar da burada yer alıyor Ancak 1950’lerden sonra Demokrat Parti döneminde yerli mimarinin geliştirilmesi adına, belki de Türkleştirme-Müslümanlaştırma düşüncesiyle bir komisyon kuruluyor. Bu komisyonda bizden de çeşitli mimarlar yer alıyor. Ancak hazin olan şudur ki, bu komisyonun yaptığı ve uyguladığı birçok planda da tarihi eserlere dikkat edilmemiştir. İstanbul’u yeniden dizayn ederken, ihya etme yerine, hazin sonunu hazırlamışlardır. Henry Prost belki bizim ruhumuzu, tarihimizi anlayamamıştır, ama estetiğe dikkat etmiştir. Tasarımında estetik kaygıları öne çıkarmıştır. Ancak bizim insanımız dediğimiz, daha hassas olması gereken kişiler, bu binalara, tarihimizin ve kültürümüzün anıt yapılarına gereken değeri vermemişler gibi gözüküyor. Bu hususta ne dersiniz?
Benim düşünceme göre bu, Demokrat Parti’nin hatası; İstanbul’u sadece Suriçi’nden ibaret saymasından kaynaklanıyordu. Kentleşmeyi, nüfusu, sanayileşmeyi, hesap edemediler. İstanbul artık bir çekim merkezi durumuna geldi. Üretim ve istihdamla, sanayileşmesi, sermaye birikimi ve para kazanması, eğitim kurumları, turizmi, sağlık turizmi, tarihi, kültür ve medeniyetiyle mühim bir çekim merkezi haline gelmiştir. İstanbul’un yeniden imar edilmesi aşamasında yapılan planlar, bu bağlamda, dikkatsizce olmuştur. Değerlerimize dikkat edilmemiştir. Artık o tarihi eserler, kültürümüzü yansıtan nadide yapılar, bizim tarihimizi artık bir bütün olarak yansıtmaktan uzak kalıyor. Onları geri getiremeyiz. Onlar ilk ve son numunelerdi. Yalan söylemeyen bu eserlerdeki taşlar, tarihî esintiyi sunarken, zamanda sürekliliği de gerçekleştiriyorlardı. Benim ilkokul öğrenciliğim sırasında, Beşiktaş’ta, Mimar Sinan’ın yaptığı Sinan Paşa Hamamı vardı, şimdi yok. 1960 öncesi bir tarihte, yol açıyorum diye, bu hamam yıkıldı. Hâlbuki tarihi yarımadadaki mevcut ecdat yadigârı eserler, sizi bir an içinde geçmiş zamanlara hicret ettiriyor. Vefa’da, Molla Hüsrev Camii ile Ekmekçizâde Ahmed Paşa Medresesi’nin bulunduğu sokakta ilk on oniki metre, 1453’den bu güne değişmediğini rahmetli Süheyl Ünver Hocamız, yaptığımız İstanbul gezilerinden birinde anlatmıştı.

Demokrat Parti döneminde yapılan planlamalar, maalesef Türk-İslam görünümünü ortadan kaldırdı. Hem de dünya kültür mirası diyebileceğimiz Bizans ve Roma kalıntıları da yok edildi. İstanbul merkezli konuştuğumuzda 90 senelik Cumhuriyet tarihinin dini mimarisi yoktur diyebiliriz. Bizatihi dönemsel olarak düşündüğümüzde dönemi ve Atatürk ve İnönü dönemlerinde, İstanbul’a dair bir planlama yapılmamıştır. Atatürk İstanbul’a küstü ve bu yüzden İstanbul’a yıllarca gelmemişti. Bu dönemlerde, İstanbul’da estetik değeri olan eserler gün yüzüne çıkmamıştır. Daha sonra görüldü ki, alınan bazı kanuni tedbirlerle, maddi-ekonomik yapılaşma, şehre kimlik veren özgün eserleri yıkmasa bile, onları gölgede bırakabiliyor. Mesela, Ataşehir’de Mimar Sinan Camisi var. Camii güzel, estetik bir hüviyete sahip olduğu söylenebilir. Ancak arkasında 80 katlı bir rezidans var. Dolayısıyla bu devasa yapı, camiinin nefes almasını engelliyor, ruhaniyetini, klasik üslubu çağrıştıran estetik hüviyetini yok ediyor. Bunu anlatmaya çalışıyorum.

Sivil mimaride, Sedad Hakkı Eldem’in izlediği yol da sahipsiz kaldı. Bugün mimarımız, milli zevkimizi yansıtan bir Türk evi inşa edemiyor. Edilenlere bakın! Maslak’ta neredesiniz? Hangi millettensiniz, belli değil. 1960 öncesinde, Göztepe – Erenköy – Suadiye çizgisinde, geniş bahçe içerisindeki ahşap konaklar, sanki Babil’in asma bahçeleri gibiydi. Onlardan bugüne ne kaldı? Sadece ekonomik ihtiyaca cevap veren zevksiz ve sevimsiz, estetik bir çağrışımdan yoksun devasa bloklar, onların yerini aldı, bahçeler de yok oldu. Yahya Kemâl Beyatlı diyor ki: “Ömrüm İçerenköy’ünde geçsin” Aziz Üstad’a, bugün İçerenköy’ünde çepçevre bloklar arsında o büyülü İstanbul köşesinden ne kaldı? Şu an, bizim elimizde avucumuzda ne kaldıysa, tarihi yarımadadaki eserler kaldı. Orada yapılaşmaya 3-4 kattan fazlasına izin verilmemeli. Bu tarihi noktaları yükselen beton binalara kurban etmemeliyiz.

Ekonomik endişe, bizi kültür alanında yolda bıraktı. Fatih Hırka-ı Şerif’te, 1908 yılında Ümmi Kenan Rıfai Tekkesi’nin yapıldığı yerin karşısına, bu tekkeyi gölgede bırakacak bir bina yapılmış. Şimdi, suç bizim, hepimizin. Tekke’nin karşısına bu binayı yapan adamın iktisadi açlığı var. Bu sadece verilebilecek örneklerden biridir. Binayı yapan adam, burada tekke var, bunu gölgede bırakmayayım diyebilir mi? Merkezi İstanbul’da bunlara dikkat edilmeden, ekonominin ve çıkarların rehberliğinde yapılaşma sürüp, gitmektedir. Yakın bir tarihe değin, Altunîzade Camii uzaktan kendini fark ettirirdi. Şimdi sinmiş vaziyette, yarın ancak yanına vardığınız zaman, bu 19. asır mimarisinden bir örneği yansıtan bu mabedi görebileceğiz. Artık, bunların bir ikincisi yok. Mesela, bir başka örnek de, Zeytinburnu’nda yapılan 154 metre yüksekliğindeki o şeddadi bina! Metrobüs ile Boğaziçi Köprüsü’nü geçerken, Süleymaniye Cami’nin minarelerinin 4+1 olduğunu görürsünüz! Yüreğinize bir hançer sokulmuş gibidir! Üsküdar, İhsaniye’den Sultanahmed Camii’ne bakın, minareler 6+1 olmuş. Yazık, günah değil mi? İstanbul, bunu hak etmedi! Biz bu ruhu kaybettik. Ruhsuz insan ne kadar mutlu olabilir ki? Ekonominin, kişisel çıkarlar üzerinden İstanbul’un ecdat yadigârlarına verdiği zararı, mülki ve idari amirler görmüyorlar mı? Evliyaullahtan bir zat, diyor ki; “Fatih, İstanbul’un Medine’sidir.” Bunun anlamı şu; bu beldenin ruhaniyetine dokunma. Eyüp Sultan’da da aynı ruh vardır. Orası öyle bir yer ki, eğer hissediyorsan, ne dünyadasın ne ahirettesin. Şimdilerde, Eyüp Sultan Camii ve civarı, buralarda ufacık bir ada gibi kaldı.

Ekonomik açlık, maalesef yapılaşmaya itti bizleri. İktisadi bir hareketlilik için yapılan bu çalışmalar, tarihimizden uzaklaşmaya sebep oldu. Ruhu rehin alacak bir ekonomik yükselme, merkezî İstanbul’da kimseye hayır getirmez. Dikkat ederseniz, bir kanada odaklanmış konuşmuyorum. Maslak’ta, Ümraniye’deki yapılaşmanın yarattığı sıkıntıyı, ‘hangi millettensiniz, belli değil’i unutmadan göz ardı edilebilir. Çünkü kişisel çıkarların toplum çıkarlarına dönüşmesi gerçeğini nasıl reddedebiliriz? Bu gerçeğe rağmen, sel gider kum kalır misali, ekonominin yaptırım gücü ileriye dönük kültürel zenginliğin olmazsa olmazı iken, nasıl olurda mevcut ‘historic’ bir kültür mirasını yıkar ve yerine gelecek için ‘ahistoric’ bir kültüre zemin olur, bunu anlamakta güçlük çekiyorum. Bu Hâl, bizatihi ekonomik düzlemi karmaşaya sürüklemez mi?

Son olarak, İstanbul’a nasıl sahip çıkmak gerektiği hususunda neler söylemek istersiniz?
Bizde, Cumhuriyet’in ilk yıllarına damgasını vurmuş Türk kültür tarihçiliğinin iki farklı kümeleşmesi vardır. Bunlardan biri, Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü çizgisiyle 2000’li yıllara ulaşmış ve halâ devam eden tarih araştırmalarıdır. İkincisi ise, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi [Tolun] Efendi’nin etrafında kenetlenen ve bir araştırma gurubu oluşturan dört kişiden bahsedebiliriz. Bunlar; Muallim Cevdet İnançalp, Osman Nuri Ergin, Ahmed Süheyl Ünver ve kitapçı Mehmed Raif Efendi’dir. Bunların hepsi çok çalışkan ve çok üretken insanlardır. Süheyl Bey’in Süleymaniye Kütüphanesi’ne vakf ettiği 1200’den fazla el yazması defter vardır. Bunların neşri gerekmektedir. Şimdiye değin, 30 kadar defter neşredilmiştir. Vakfedilen bu defterlerin içerisinde İstanbul’un ayrı bir yeri vardır ama İstanbul defterlerinin büyük bir kısmı henüz neşredilmemiştir. İstanbul’un biz Müslüman Türkler için önemi Hz. Peygamber’den geliyor. Sahip çıkılıyorsa bu yüzden sahip çıkılıyor. Süheyl Bey’in bana naklettiği bir fıkra var. Aslında bütün sır bu fıkrada gizlidir. Fıkra şöyle; “Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fetheder. Rum Patriği gelmiş ve şöyle demiş: ‘Devletlü Sultanım! Siz Türkler’in elinden bu şehr-i İstanbul’u kılıçla kıyamete değin kimse alamaz. Bu iş bitti. Yalnız tapuya dikkat et.” Şu an, Edirne’ye baktığınızda, orada Osmanlı izlerini daha çok görürsünüz. Çünkü tarihi yapılar İstanbul’a nispetle dar bir alana sıkışmışlar. İstanbul ise çok açıldı. İstanbul merkezi hariç, biraz Üsküdar’da tarihi köşe taşları var. Bunun dışında diğerleri, Yahya Kemâl Beyatlı’nın tevcihiyle, ezansız semtlere dönüştüler. Fatih’in ruhaniyeti Cumhuriyet’le beraber bir başka mecburiyeti olan, ‘önce doymaları gerek’ iktisadi gerçeğine teslim oldu. Bu ruhaniyeti kabzetmemek lâzım. Oysa bu semtte bir başkalık var. Çünkü bu şehir, senin olmak için, senin kanını alıyor, sonra sinesinde mündemiç bütün maddi-ruhi değerleri senin için koruyor, sana veriyorsa, öncelikle oradaki cami, mescit, namazgâh, hamam, çeşme, mezarlık vd., bütün bunlar, bu maddi alana ait zenginliktir. Onların üzerine titremek, korumaya almak da maddeyle konuşmaktır. Şayet önümüzdeki on yıllarda, farklı yolları tıkanmadan, bir sarmala dönüştürüp, onunla ikinci binyıla gidilecekse, ricâl-i devletin omuzlayacağı problemlerden biri de tarih ve çevre şuurunu yetişen nesillere aktarmak olacaktır.

Röportaj: Nail Yılmaz
Şehir ve Toplum Dergisi 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fena ve Beka

Ortaasya ve Balkanlarda dini gruplar

Ebu Nasr Serrâc et-Tûsî'nin el-Lümâ'sında Tasavvuf, Tevhid, Marifet ve Makamlar