Bastığı yeri bile incitmek istemeyen, çevresine ikram eden, insanların dertleriyle ilgilenen, hayvanları gözetip kollayan hal ehli, melek timsal bir insan düşünün. İsmail Ustaosmanoğlu Hocaefendi böyle birisiydi. Hayvanlara karşı özel merhameti vardı. Kendisinde kibir, gururdan eser yoktu. Büyük bir alim olduğu halde hiç çekinmez, lokantalardan tabaklarda bırakılan yemekleri, ekmekleri israf olmasın diye toplar, onları sokak hayvanlarına dağıtırdı.
Ey Osmanlı geri gel!
Kermil
Dağı'nda, köyden az büyük Zichron Yaakov adında bir sevimli kasaba vardır.
Şimdi şarapları ve Fransız restoranlarıyla tanınan bu yer 1. Dünya Savaşı'nda
İngiliz yanlısı bir Siyonist casus şebekesi olan NILI'nin ini idi. Şebeke
üyeleri öndegelen Siyonist göçmenler ve Osmanlı vatandaşı olan bu kişiler
Mısır'daki İngiliz ordusu ile ilişki kurup onlara Türk kuvvetlerinin konum ve
harekat bilgilerini sızdırarak sonuçta imparatorluğun yenilgisini hazırladılar.
İlişkili oldukları kişilerden biri Haim Weizman'dı. O, isteksiz İngilizlerden
zorla Balfour Deklarasyonu'nu koparacak ve Yahudi Devleti'nin ilk cumhurbaşkanı
olacaktı.
Bugüne dek NILI İsrail'de saygıyla anıldı. Okul çocukları onun
müzesine götürülerek onlara Yahudilerin ancak Yahudilere sadık olacağı
öğretildi; eğer bu sadakat için gerekiyorsa herhangi bir güce ihanet edilebilirdi.
Onların
ülkeleri Osmanlıya ihanet için iyi bir nedeni vardı; çünkü eğer imparatorluk
yaşasaydı, ne Yahudi Devleti denen canavar, ne tecrit duvarı ardına sürülen
milyonlarca toprağın yerlisi, ne aynı derecede ezilmiş ve gecekondulara
doldurulmuş göçmen işçiler ve karşılarında malikaneler içinde birkaç zengin
Yahudi olmayacaktı. Aynı şekilde çaresiz bir Irak'a ABD saldırısı ve sonuçta
yüzbinlerce ölü ve acı hiç olmayacaktı, çünkü Irak o güçlü imparatorluğun
parçası olacaktı.
İmparatorluğun
yıkılışından sade Ortadoğu çekmedi. NATO uçakları asla Belgrad'ı da
bombalayamazdı, eğer imparatorluk bizimle olaydı. Hatta ilk ayrılan eyalet
Yunanistan'ın şimdi Euro tarafından ekonomisi mahvedilmiş ve zengin
Kuzeylilerin otelcisi haline getirilmezdi. Onun da, Rumların, İskenderiye'den
İstanbul'a dek imparatorluğun kalburüstü ahalisi olduğu günleri özlemek için
iyi bir nedeni var.
İmparatorluk
kurucu unsur olan Türklere Avrupa hayrandı ve onlardan korkuyordu, oysa şimdi
onlar da Frankfurt ve Londra'nın çöpçü-bulaşıkçıları için işlerinde istenmeyen
rakipler.
Şimdi
kimi Türk liderler AB'ye girmek hülyalarıyla kendilerini avuturken, belki de
artık imparatorluğu geri getirmeyi düşünmeye başlamamızın tam sırası. Aslında
imparatorluk çok büyük ve etkisiz olduğundan yıkılmadı: En görkemli
zamanlarında bile Brezilya ya da Rusya'dan küçüktü. O yıkıldı, çünkü toy yerel
elitler zehirli ulusçuluk meyvasından yediler; bunu onlara Batılı lafazanlık
üstadları sunmuştu.
Avrupa'nın
icadı olan ulusçuluk, muhtemelen Ortaçağ'ın kara veba salgınından daha çok
insan öldürdü. Dahası, o imparatorluğa makul bir seçenek de sunamadı. Oysa
orada düzinelerle kavim, kabile barış içinde birlikte yaşıyordu. Kopan
ülkelerin hiçbiri başarılı bir devlet kuramadı. Ve Batılı yırtıcılar, giderek
daha ve daha da küçük gruplar arasına kavga ekmeye devam ettiler, şimdi Türkiye
ve Irak'taki Kürt hadiselerinde görüldüğü gibi. Nasır ve Baas Pan-Arabizmi, Bin
Ladin İslamcılığı, Ziya Gökalp ve Halide Edip Pantürkizminin hepsi de Batı'nın
ilerleyişini durduracak güvenilir bir ideoloji oluşturmakta aynı başarısızlığa
uğradılar.
Belki
Batılı kardeşlerin kitabından kendimize bir yaprak ödünç almalıyız. AB ile
Avrupa, bin yıl önce çökmüş Şarlman imparatorluğunu yeniden kurdu; bizim
İmparatorluğumuz ise hala insanların zihninde, görkemli saraylarda, kalelerde,
camilerde ve kiliselerde dipdiri. Tekrar kurulan imparatorluğumuz tüm Bizans
sonrası kazanımları kucaklamalı: Türkiye'nin, Ortadoğu'nun, Balkanların, Rusya,
Ukrayna ve Orta Asya Türki cumhuriyetlerinin birlikte parlak bir geleceği var.
Bizans'ın
iki parlak varisi Rusya ve Osmanlı İmparatorlukları, yüzlerce yıl birbiriyle
savaştılar. ama aynı şey, Batı Roma'nın varisleri Fransızlar ve Almanlar için
de doğru. Eğer Batının ezeli düşmanları birleşiyorsa bu niye Doğu'da da olmasın?
Bu
yaz Rusya ve Ukrayna'yı gezdiğimde, Ruslar ve Türkler (ya da Rus tabiriyle
Tatarlar arasında çok benzerlik gördüm. "Bir Rusu hamamda keseleyin,
altından Türk çıkar," Churchill'in purosundan derin bir duman çekerken
söylediği söz. "Tersi de doğru," der büyük Rus tarihçisi ve Rus
Doğuculuğunun babası Leon Gumilev. Gerçekten Rusya Müslüman Türkler ve Ortodoks
Slavların ortak ülkesi olarak doğdu. Gumilev Batılı "Tatar (Türk)
boyunduruğu" efsanesini yıktı ve Moskova devletini Cengiz evladı
Altınordu'nun varisi ilan etti. "Rusya cesur Türklerle birliği sayesinde
yenilmezdir," diyen Gumilev, Batı'yı Rus kimliğine en büyük tehdit gördü.
Milli
Bolşevik lider ve ünlü yazar Edward Limonov geçenlerde yazdığı yazıda Rusya
için "Alman kaplamalı Türkiye" dedi. Ruslar halen
"şarovari"yi (şalvar) çok sever, ki aynısı Anadolu köylüsü ve eski
Osmanlının giyimidir. Aynı Türkler gibi çömelir, bağdaş kurarlar der Limonov.
Rusların Türklere bu yakınlık hissi Avrupa'nın Türk kuşkusundan çok farklıdır.
Sinemada da bunun etkisi görülür: Yeni Rus süper prodüksiyonu "Türk
Gambiti" Plevne'deki Rus-Türk savaşını, Hollywood'un (Amerikan
düşmanlarına, ç.n.) takındığı ırkçı tavırdan çok farklı sergiler ve Gazi Osman
Paşa'yı bir kahraman olarak gösterir.
Türk-Slav
beraberliği çok gerilere gider. Ukrayna'nın kuzeyinde eski Rus prensliklerinin
başkentleri Novgorod, Çernigov ve Kiev'i ziyaret ettim. Bu şehirlerin Rus
beyleri Türk prensesleriyle, steplerin kızlarıyla evlenmişler ve Türk
savaşçıları, onların saray heyetlerinin hep bir parçası olmuş. 12. y.y.dan kalma
bir Rus destanında Novgorod Prensi İgor Türk steplerine akın yapar, ama
yenilgiye uğrar. Onu esir eden Konçak Han, onu kızıyla evlendirir ve Novgorod'a
dönerler. Rus soylularının önemli bölümü hala Türk adları taşır,
"Lolita"nın yazarı Nabokov ya da 2. Nikola zamanının en zengin prensi
Yussupov gibi.
Son
çıkan kitabı "Avrasya Senfonisi"nde St. Petersburg'lu yazar van
Zaichik küremizin bu bölümü için farklı bir kurgusal tarih yazar: Eğer Türk
Altınordu İmparatorluğu'nun hakanı bilge Sertak Han (Aziz Aleksandr Nevski onun
arkadaşıdır) kendisine düzenlenen suikastten kurtulsa ve Ruslarla Türkler
müreffeh bir devlette birlikte yaşamaya devam etselerdi ne olurdu?
Van Zaichik
devam eden imparatorluğa "Ordus" (orj: Hordus) der.
"Ordus", "Ordu" ve "Rus" kelimelerinin bir
bileşenidir. Avrasya'nın çok daha geniş bölgelerine yayılmıştır. Hordus'ta
modernlik gelenek ve dinle buluşur; aile kurumu ayaktadır; tektük zengin
kapitalistler varsa da sınırsız servet birikimi hoşgörülmez.
"İşbirliği
(imece) yapıyor, bencilliğimize engel oluyoruz", Ordus'un sloganıdır; bu
Doğu'nun modelidir. Camiler ve kiliseler çok sayıdadır; vatandaşlar ise birlik
içinde yaşar. Bu farklı dünya seçeneği Ruslar için o kadar çekici olmuştur ki,
caddelerde, tamponlarında "Xochu v Hordus" ("Ordus'ta yaşamak
istiyorum") yazan kaç araba gördüm.
Bu arada Ordus'un bir de Kudüs
"vilayet"i (orijinal kelime, ç.n.) vardır. Hitler Almanyası'ndan
kaçan birçok Yahudi buraya sığınır (evet bu farklı dünyada da Hitler Almanyası
vardır), ama burada yerli halkla eşit vatandaşlar olarak yaşarlar.
Yeni
ve parlak Rus tarihçisi Fomenko "heretik" bir tarih seçeneği sunar :
Onun dünyasında bir büyük devlet ya da "İmparatorluk" hep vardır ve
Boğaz kıyısındaki şehir onun doğal başkentidir. Geçmişte böyle olsun ya da
olmasın, gelecekte böyledir.
Avrasya'da
hakimiyet kavgaları vermek yerine Türkler, Slavlar, Araplar (ve küçük
komşuları) güçlerini birleştirebilir, Konstantiniye'yi (İstanbul bu ismin
farklı okunuşudur) ortak başkent ve imparatorluk hükümeti payitahtı yapabilir. Konstantiniye
bizim Brüksel, New York ve Pekin'e cevabımız olabilir. Yüzyıllar sürmüş
hakimiyet kavgaları Avrasya'da nice savaşlar çıkarmış iken, birlik tüm
istekleri tatmin edebilir:
Ruslar da Türkleri oradan çıkarmadan İstanbul'u
başkent edinebilirler; Türkler ise Kırım ya da Taşkent'le komşu olur,
Yakutistan'ın uzak elmas madenleri ve Pravoslav Türklerinin diyarları, tek bir
Rusla savaşmadan elde edilir. Ortadoğu birkez daha, hep ait olduğu Avrasya'ya
dahil edilir; Washington'dan, Londra'dan, Brüksel'den gelecek emirlere boyun
eğmez. Çok uzak bir yer olmaktan çıkan Türkiye Bağdat'la Kiev'den, Belgrat ve
Kahire'den, Vladivostok ve Ankara'dan gelenlerin buluşma yeri olur.
Bir
kez daha çift başlı kartalı Doğu uygarlığımızın, Ortodoks ve Müslümanların
birliğinin sembolü olarak yükseltelim, hükümdarımıza iki ünvanı, İslam halifesi
ve Ortodoksların imparatoru sıfatını verelim, küçük milliyetçilikleri geçmişe
gömelim ve tarihte yepyeni bir çağ başlatalım. Bu Doğu Milletler Topluluğu
(Commonwealth), Doğu Roma'nın, Bizans'ın Rus ve Osmanlı imparatorluklarının bu
varisi devasa maddi ve manevi kaynaklara hakim olacak, bir süpergüç olacak,
Birleşik Avrupa, ABD ve Çin'in karşısına çıkacaktır.
Bu
Milletler Topluluğu hem manevi hem maddi amaçlarla birleşecektir. Doğu ve Batı
metafizik temellerde bölünmüştür. Batıda Mammon (Para Tanrısı) galip gelmiştir.
Batı iştaha korkunç bir imanı, bireyci başarıya dizginlenemez hırsı,
alabildiğince tüketme hak hatta görevini kabul etmiştir.
Dayanışmaya,
"insanın mutlak özgürlüğü" adı altında egoizmi tercih etmiştir. O
kadını erkeğe benzetmeye çalışarak yoketmiş, erkeği kadınla rekabete sokup
yoketmiştir. Tanrı'yı reddetmiştir, kiliseleri bomboştur, şehirleri iş
merkezlerinin etrafına kuruludur; bizimkiler ise bilgi, sanat ve duanın etrafına
kurulu.
Doğu
daha Hıristiyan kalmıştır; bence İslam Ortodoks Hıristiyanlıktan, Jean
Calvin'in Kalvinist Protestanlığının olduğundan daha uzak değildir. Doğu
Mammon'u reddeder, çünki biz Tanrı'ya inanırız; bizce manevi ihtiyaçlar
maddeden önce gelir, hiçbirimiz Hz. İsa'yı reddetmeyiz. Kadınlara saygı
gösteririz, çünkü Hz. Meryem'i reddetmeyiz. Doğu hala tabiatı sever, ahlaksız
zenginliği kötüler, emeğe saygı duyar, uyumu başarının üstünde tutar. Adam gibi
erkekleri ve hanım gibi kadınları severiz, çünkü gelenek ve aileye saygılıyız.
Batı
göçebe bir uygarlık düşler; burası aile ve topraktan kopuk atomize bireylerin
bir açık toplumudur. Doğu illetler Topluluğu'nda biz başka yönde ilerleyeceğiz.
Göçü zorlaştırıp sermaye hareketini teşvik edeceğiz. Özerklik taraftarıyız;
çünkü özerk iradeler kendi yerel ihtiyaç ve isteklerini daha iyi bilirler.
Batı
özel mülkiyetin kutsallığını savundu. Biz de o küçük iken ona saygılıyız, ama
aşırısını reddediyoruz. Biz süper zenginlere ağır vergi koyacağız, gerekirse
malını millileştirecek, şirin bir Anadolu ya da Sibirya köyüne yeniden eğitime
göndereceğiz. Milli kaynaklar özelleştirilmeyecek, yabancılara toprak satışı
yasaklanacak, köylüler toprağından edilmeyecek. Kenti değil köyü teşvik
edeceğiz.
Batı
özel hayatın her alanına müdahale ederken biz Doğu'nun kadim özgürlüklerini
savunacağız. Komşularımıza çok iyi dost olacağız; ama bunu istemezlerse de
yaman düşman olacağız.
Bu
hayal, Avrupalı Kuzey Amerikalı ve Çinli süpergüçlerin vatanlarımızı
sömürgeleştirmesine karşı tek çıkış yoludur. Yoksa sömürgeleşme devam eder.
İsrael A. Shamir
Ölüm parıltısı
İnsan gençken ölüm yalnız mezarlıktadır. Sonra, yaş ilerledikçe, o da, hissedilmeyen bir yavaşlıkla alanını genişletir.
Bir gün gelir, çarşıları, pazarları tutar. Sonra bahçeyi zapteder. Nice geceler, evin penceresine yaslanıp içeri bakar. Avlu duvarından içeri atlar zaman zaman. Derken evi kuşatır ve kaçınılmaz, önlenmez şekilde eve girer.
Gerçek özgürlük
Anlıyor ve görüyordu ki herşey gelip geçicidir. baki olansa yalnız Allah'tır. Tek olmak Allah'a mahsustur. Mutlak özgürlükte mutlak özgür olan sadece Allah'tır. İnsan ancak Allah'a doğru yol almakla bir parça gerçek özgürlükten tadar. Onun dışında özgür olmak için toplum ilişkilerinden ne kadar kaçsa bunun bir yararı olmaz. Aksine daha beter bir esirliğie ve mahkumluğa saplanır.
İnsan sorumluluklar yüklenerek Allah'a yaklaşır ve böylece de özgür olur. Bunun aksi özgür olmak, adeta sorumluluktan kaçmak olur. Bu kaçma bir çare değil tersine içinden çıkılmaz bir başka tutsaklığın tuzağına düşme ile sonuçlanan zavallıca bir girişimdir.
Yeryüzü halifesi
Hani Rabbin,
meleklere: "Ben yeryüzünde muhakkak bir halife yaratacağım" demişti
de, melekler: "Aaa! Yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi
yaratacaksın? Biz seni hamdinle tesbih eder ve seni takdis ediyoruz"
demişlerdi. Allah da onlara "Muhakkak sizin bilmediğiniz şeyleri ben
bilirim" buyurdu. (Bakara 30)
Halife:
Asilin yerine geçen vekil manasınadır. Musa aleyhisselam kardeşi Harun aleyhisselama
benim yerime geç manasında hilafet kelimesini kullanmıştı.
Hikmetin özü
Hikmetin özü, ilimle amelin
birleştirilmesi, insanın bildikleriyle amel ettiği takdirde Cenab-ı Hakk’ın
fazlıyla bilmediklerini de öğrenmesidir.
Bunun tersi de insanın amel etmediği
takdirde Cenab-ı Hakk’ın bildiklerini de unutturmasıdır.
Tekrar yaratılış
Günümüz
ateistlerinden birisi bana şöyle sormuştu:
"Adamın
biri denize düşse, onu balina yutsa, balinayı balıkçılar tutsa, bin parçaya
ayırsalar, binlerce insan yese, bu insanlardan biri Asya'da, biri Avrupa'da
ölse, biri yansa duman olup gökyüzüne yükselse, şimdi bu denize düşen adamı
Allah nereden nasıl toplayacak?
Ona şöyle
cevap verdim:
"Babanın okuduğu Kur'an-ı Kerim'de Yasin Suresi vardır. O
sûrenin yetmiş dokuzuncu âyetinde sorunun kısa bir cevabı vardır. Müşriklerden
birisi mezarlıklardan çürümüş bir kemik getirip Efendimiz'in önünde ufalayarak
"Bu çürümüş kemiği kim diriltecek" diye sorar. Rabbimiz de "Onu
ilk önce kim yaratmışsa o diriltecek" diye cevap verir.
Baharda diriliş
"Bu dünya hayatından başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Biz diriltilecek değiliz” diyen insanlar
mevsimlik böcekler gibi hiç görmedikleri baharı inkar etmekteler. Ama bu kışın
bir baharı da vardır.
Ana rahmindeki çocuğa "Buradan daha geniş bir dünya var" deseniz
gülüp geçebilir. Bu dünya da ahiretin ana rahmidir. Bu toprak ana üzerinde
yaşar büyür ve ölerek ahirette doğarız.
Dünyayı satın almak
Ahireti verip dünyayı satın
almayla ilgili bir çok âyet-i kerîme vardır. Müfessirler Tevbe Sûresinin son
âyet-i kerîmelerinde, Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'dan bir hadis zikretmiş. Hadisin serbest tercemesi şöyledir:
Benim ve sizin haliniz
şuna benzer, diyor Peygamber Efendimiz. Çölde susuzluktan baygınlık derecesine gelmiş insanlar
neredeyse bayılmak üzereyken güzel elbiseli, üzerinde yorgunluk işareti de
olmayan, suyunu daha yeni içmiş, gözlerinden susuz olmadığı da belli olan bir
insan geliyor ve diyorki:
- Susuz musunuz?
Kanla yükselen medeniyet
Şu bilinmelidir ki, günde
beş defa yöneldiğimiz o Kâbe-i Muazzama, iki tane peygamberin eliyle
yapılmıştır: İbrahim (a.s.) ve İsmail (a.s.). Yani köle kanı, insan kanı, yani
zulmedilmiş insanların kanı veya alın teri yoktur orada. Ama bugün Romalılar'dan
kalma taşlar, sanat eseridir diye gösterilir. Mısır'daki piramitler kölelerin kan ve gözyaşları üzerine kurulmuştur.
Sultanahmet'in kuzey tarafındaki
o meydandaki taşlar, Mısır'dan buraya getirilinceye kadar binlerce kölenin
kanına mal olmuştur. Bir tek taş ve ondan sonra da sanat abidesi olarak oraya
dikilmiştir.
Lale ve gül
"Lale" motifi, Allah'ı sembolize
etmektedir. Zira Allah ismindeki harfler ile lale kelimesinin yazılışındaki
harflerin ebced hesabına göre sayı değerleri aynıdır. Hilal kelimesi de bu
cümledendir.
Lale ile gülün bir arada kullanıldığı örnekler de mevcuttur.
"Gül"ün süsleme sanatlarında ve özellikle mezar taşları üzerinde
görülmesinin sebebi ilahi güzelliği sembolize etmesi ve Hz. Muhammed'in remzi
olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden "verd-i Muhammedi" veya
"gül-i Muhammedi" isimleri de verilen gülün kokusunun, Hz.
Muhammed'in kokusu olduğuna inanılır. Sarıklarda, kavuklarda ve diğer
başlıklarda bu motife sıkça rastlanır.
Endamlı servi
Mezar taşlarında en yaygın
kullanılan ağaç sembollerinden biri "Hayat ağacı" motifidir. Bu
motif, orta Asya kökenli bir motif olup, kullanımı M.Ö. 8. yıllara kadar iner.
Hayat ağacı ve dalındaki kuş figürleri ölünün kendisini temsil etmekte ve onun
Allah katına yükselmesini sembolize etmektedir. Hayat ağacı bolluk ve bereketin
simgesidir.
"Meyveli ağaç" ise, insan-ı kamili temsil etmektedir.
Ölüm ve faniliğin sembolü olarak kullanılan "servi ağacı" da mezar
taşlarında en çok rastlanan motiflerdendir. Kendine has bir kokusu olan ve
yaz-kış yeşil kalan servi, vahdeti, yani birliği sembolize eder. Allah lafzının
ilk harfi olan Elif'e de benzetilen servinin rüzgarda sallanırken çıkardığı
"HU" sesiyle Allah'ı zikrettiğine inanılır.
Adalet ve müsamaha
Dördüncü Halife Hz. Ali'nin hükümranlığı sırasında, Bizans İmparatorluğu'nun büyük toprak parçalarını fethetmiş olan müslümanlar arasında bir iç savaş patlak vermişti. Kaybedilmiş toprakları geri almak için ne güzel bir fırsat!
İmparator Konstantin II, İslam devleti içindeki Hıristiyan tebaaya elçiler yollayarak başkaldırmalarını ister: "Bu, Tanrı tarafından verilmiş bir fırsattır, yönetime karşı başkaldırın! Ben de, bu ortak düşmanımızı süpürüp atmak için bir ordu yollayacağım". Cevap ne olmuştu? İslam Devleti'nin hristiyan tebaası ona şu cevabı vermişti: "Dinimizin düşmanlarını sana tercih ederiz!".
İslam'ın gayr-i müslimlere yönelik uygulamaları
İslam, önceki peygamberlerin
koyduğu yasaları benimsiyorsa, bu, Kur'an tarafından açıklanan (Nisa, 4/24)
prensibin sınırları içindedir. Söyle ki: "Haram kılınanların dışında
kalanlar size helal kılındı". Yani, yasaklanmamış olan şey helaldir. Bu
kural öyleyse genelde Araplarınkine olduğu gibi putperestlerin, müşriklerin
uygulamalarına ve adetlerine tatbik edilmektedir. Ve, daha sonra, Müslümanların
yerleşmiş olduğu dünyanın bütün mıntıkalarında tatbik edilecektir. Bu yolla
İslam yasası yabancı unsurların katkısıyla zenginleşecek, diğer şeyler
arasında, yol gösterici olarak bizzat Hz. Peygamber'in tatbikatı yer alacaktır.
Sahih-i Buhari'de, Hz. Peygamber direkt bir vahiy, apaçık bir hüküm, yani bir Kur'an ayet i telakki etmediğinde ehli kitabin adetlerine göre amel ederdi, diyen bir hadis bulunmaktadır." Sonuç olarak Hz. Peygamber diğer din mensuplarının uygulamalarını da göz önünde bulunduruyordu.. Mesela İkinci Halife döneminde, yani Hz. Peygamber'in vefatından dört ya da beş yıl sonra, yabancı yasaları İslam kanunları gibi kabul ettirecek bir tarzda, bu olgunun açıklanmış şeklini bulmaktayız.
Merhamet sultanı
Mekkeliler Hz. Peygamber'i doğum şehri olan Mekke'den
kovmuşlar, on sene kadar sonra da Peygamber, doğduğu şehri fethetmişti.
İşkencelerin ilk on yılı da ilave edilirse, Mekkeliler yirmi yıldan beri
Peygamberlerine işkence ediyorlar, savaş yaparak, acı vererek, mallarını imha
ederek, vs. dinini yaymasına mani oluyorlardı.
Mekke'yi fethettiği zaman Hz. Peygamber münadiler
çıkarttı: "Herkes Kabe'nin önüne, Muhammed s.a.s sizinle konuşmak
istiyor!". Endişeli biçimde herkes toplandı. Binlerce gayr-i müslim
Mekkelinin yanında müslüman askerleri de bulunuyordu. Öğle namazı vakti idi.
Hz. Peygamber müezzini Bilal-i Habeşi'ye ezan okumasını emretti. Hemen Bilal,
Kabe'nin damına çıktı ve okumaya başladı: "Allah'tan başka İlah
yoktur!" Orada hazır bulunan gayr-i müslimler arasında büyük bir kabile
reisi olan Attab b. Esid de bulunuyordu. Esid,
arkadaşının kulağına şunu fısıldıyordu: "Allah'a şükür ki babam öldü,
yoksa (buna) katlanamazdı!"
Mevcut yoktur
Kımıldayan yoktur, kımıldatan vardır. Hareket yoktur, hareket ettiren vardır. Kuvvetli yoktur, kuvvet veren vardır. Canlı yoktur, can bahşeden vardır. Bilinçli olan yoktur, bilinç ihsan eden vardır. Kısaca varlık yoktur, varlığa getiren vardır. Özetin özeti de şudur: Mevcut yoktur, sadece Allah vardır.
Kalp temizliği
İnekte nefis olmadığından kalbi insandan daha temizdir. Onun kalbine asla kötü şey gelmez. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz. Üstelik günde kilolarca süt verir.
Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan'a vasiyeti
Nur-u aynım Hasan'ım! Sen benim hayru'l-halefimsin. Şu vasiyetimi can kulağıyla dinle ve ona göre amel eyle ki, bu sana pederinin hayırlı bir nasihatidir.
Oğlum iyi düşün! Dünya lezzetleri seni aldatmasın. Onun nimetleri fanidir, vizr ü vebali ise bâkîdir. Gayet ihtiyatlı bulun ki, nefs-i emmare seni aldatmasın. Dünyada her şey emanettir. Emanet olan şey geri alınır. Her şey fanidir. Biter tükenir. Ademoğlunda ise yalnız kazanmış olduğu ibadetler, marifetler, faziletler kalır.
Devlet işleri
Victor Hugo'ya İskender'in neden muzaffer olduğunu, Napolyon'nun neden mıuvaffak olamadığını sormuşlar. Victor Hugo şöyle cevap vermiş:
Tımar
Farsca yara bakımı, ağaç bakımı, hayvanı temizleme anlamına gelen tımar beslediği sipahilerle harbe giden beylere -öşrünü almak üzere- ayrılan arazîye denir.
Osmanlı’da geçimlerini veya hizmetlerine ait masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen bölgelerden kendi nam ve hesaplarına tahsîli selâhiyeti ile birlikte tahsis edilmiş olan vergi kaynaklarına ve bu arada bilhassa defter yazılarındaki senelik geliri 20.000 akçeye kadar olan askerî dirliklere verilen isimdir.
Osmanlı devletinde, üretimde sürekliliği sağlamak için uygulanan sistem. Halkın savaş zamanı asker, barış zamanı çiftçi olması bu sistemden ötürüdür.
Osmanli devletinde bir yerin vergi gelirlerinin tümünün ya da bir kısmının hizmet karşılığı devri. Sasaniler, bizans, araplar ve selcuklulardaki sisteme benzer. İki temel toplumsal grup vardir: yöneten (kontrol eden) ve yönetilen (ureten, itaat eden, reaya). Mali, idari ve askeri amaçlari olan bir sistemdir. Yıllık vergi geliri 3000 ile 20000 akçe arasımda degişir.
Osmanlılarda toprağın gerçek sahibi devlettir. Devlet, birtakım hizmetler karşılığında has, zeamet ve tımar adları altında topraklan uygun gördüğü kimselere dağıtır. Karşılık olarak çiftçiye ve toprak sahibine vergi tahsil etme, bol ürün sağlama, sefere hazırlıklı bulunmak gibi çeşitli sorumluluklar yüklerdi.
Osmanlı Devleti'nde tımar yalnızca Rumeli, Anadolu eyaletlerinde ve Suriye'de uygulanmıştır. Osmanlılarda tımar sisteminin temeli, daha önce kurulmuş olan İslam devletinin ikta vb. müesseselerine dayanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu'nda Osman Gazi döneminden başlayarak geniş bir biçimde yayılmış ve tutunmuştur.
Tımar, Devlete düzenli gelir sağlayan kurumlar içerisinde, özel bir yer tutar. Bu müesseseye asker beslemek ve savaşta birçok ağır görevi yerine getirmek yükümlülüğü de verilmiştir.
Osmanlılar, bazı feodal beyleri askeri sistemi içerisine aldı. Bunlar bir müddet tımar sahibi oldular. Bu durum zamanla İslamlaşmanın da başlangıcını teşkil etti. Çünkü bu Hıristiyan tımar sahipleri zaman içinde devletin şartlarında, ister istemez kendiliğinden Müslümanlaştılar.
Tımar sistemi, klasik dönem osmanlı ekonomisinin can damarıdır. osmanlı'nın mali gelirlerinin temeli tımara dayanır. Sadece mali gelirler değil tabii, taşra yapılanması, idare sistemi, ordu da tımara dayanır. Osmanlı tarihi hakkında zerre mürekkep yalamadan, ahkam kesmeye bayılan bazı zevatın, iddia ettiği gibi osmanlı öyle harp ganimeti ile ayakta duran bir devlet değildi.
Muhtelif yıllarla ilgili yapılmış bütçe kayıtlarını okuyan bir kimse ganimet gelirlerinin en parlak zaferlerden sonra bile %5'i aşmadığını bilir. Zaten harp gelirinin %80'i pençikten ötürü bütçeye değil, askerin cebine gider. Rn küçük tımar birimi kılıç olup, osmanlı arşiv belgeleri, kanunnameler, kime ne kadar kılıç tımarı verildiğini anlatan kayıtlarla doludur.
Devlette önemli bir fonksiyonu bulunan timar sistemi, Osmanlı toprak rejiminin temelini teşkil eder. Zira bu toplumda ekonomik, sosyal, askerî ve idarî teşkilâtların tamamı büyük ölçüde toprak ekonomisine dayanıyordu. Toplum hayatında en küçük vazife sahibinden devlet başkanına (hükümdar) kadar hemen hemen bütün sosyal gruplar, geçimini toprak ürünleri ile temin ediyorlardı. Bu sistem sayesinde devletin güçlendiği tarihçiler tarafından açıkça ortaya konmaktadır.
Bu toprakların önemli bir özelliği ise, bu toprakların statülerinin de devlet toprağı olmasıydı. Osmanlı merkezi idaresi istediği an bu topraklara el koyabilme yetkisine sahipti, ayrıca toprakların miras olarak babadan oğula geçmesi de yasaktı. Böylece osmanlı feodalleşmenin önüne geçmeyi başarabilmişti.
Tımarlar, 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun tarımsal üretim düzeniyle süvariye dayalı sipahi askerî gücünü ve merkezî otoritenin taşradaki egemenliğini sentezlemeyi başarmış bir askerî-idarî-iktisadî birimdi. Tımarda üreticilik yapan reâyâ ve yöneticilik yapan sipahi, savaş zamanında kısa sürede bir atlı askere ve alt rütbeli bir subaya dönüşmekteydiler. Söz konusu birim, atlı süvarilerin Osmanlı ordusu açısından önemi devam ettiği nispette canlılığını sürdürmüştür. Tımar, ateşli silahların ve para ekonomisinin çok sınırlı olduğu çağlarda etkin bir idarî üniteydi. Tımar birlikleri ateşli silah kullanmazlar; ok, yay ve mızrakla savaşırlardı. Devlet tarım arazilerinden vergi toplamak zorunda kalmamış, vergi doğrudan asker yetiştirilmesi için kullanılmıştır. Devlet, üretimi kontrol altına almış ve üretimde devamlılığı sağlamıştır.
Peki, tımar bu kadar parlaktı da niye bozuldu? İki nedenden ötürü. Asli neden batıda ateşli silahların artması ile, hafif-orta süvari sayılabilecek tımarlı sipahilerin etkinliği azaldı. Devlet nakit para ile çalışacak tüfekli askerlere ihtiyaç duymaya başladı ki biz bunlara saruca sekban diyoruz. Saniyen tımar sisteminin doğru işlemesi için muayyen zamanlarda, tahrir denilen sayım ve yazım işlemlerinin yapılması gerekiyordu ki, 17. yüzyılın o buhranlı sürecinde osmanlı bürokrasisi bu işe gereken önemi vermedi.
Timar sisteminin önemsizleşmesiyle beraber merkezi bürokrasi de kendini ayarlamak durumunda kaldı. Bu durumda hazineye nakit para girmesi gerekiyordu, timar sisteminde nakit para girmiyordu. Hazineye nakit bulmak amaçlı bu defa sistemde değişimler, vergilerin mukataaya verilmesi, timar topraklarının mukataa sistemiyle işletilmesi gibi durumlar ortaya çıktı. Bu tür uygulamalarla beraber Osmanlı bürokrasisinde ciddi anlamda değişimler meydana geldi. Bu değişimlerde birtakım sancılar çekildi ve isyanlara yol açtı her zaman olduğu gibi. Ama zaman içerisinde de bir düzene oturdu.
Tımar sisteminin askeri yönden etkisi ise, gene vahim olmuştur. Devlet yukarıda da bahsettiğim gibi tımarlı sipahiler ve yeniçerileri birbirlerine karşı dengeli olarak kullanmaktaydı. Ancak tımarlı sipahilerin yok olması ile birlikte, ordu tamamen yeniçerilerden oluşmaya başladı. Devlet ise, ordu üzerindeki hakimiyetini yavaş yavaş kaybeder oldu. Öyle ki, yeniçeriler padişah indirip, padişah çıkarır oldular. Bunun yanında, yeniçeriler ekonomik olarak da bir kambur oluşturdular.
Tımarlı sipahiler, topraktan yetiştikleri için devlete herhangi bir masrafları yoktu, ancak yeniçeriler para karşılığında askerlik vazifelerini yapan profesyonel birliklerdi. Buna mukabil olarak, yeniçeri sayısının artışı ile birlikte, devletin yeniçerilere ödediği maaşlarda da bir artış sözkonusu olmuştur.
Ama bir gerçek daha var. Devlete II. Selim ve hele hele III. Murad zamanında musallat olan rüşvet ve kadınlar saltanatı belasının etkisi ile bu sistem de, devlet de perişan edilmiştir. Saraydaki kadınlar hizbi, dirlikleri, zeamet ve tımar kavramlarını para ve rüşvet ile satar olmuşlar ve elbette rüşveti veren kişi ödediği rüşveti çıkarmak için halka baskı yapmaya ve onu soymaya kalkmıştır. Ne hukuk kalmıştır, ne adalet. Devletin çöküş sebeplerinden birisi de budur.
İster 1595'te sisteme giren iltizama, ister Tanzimat ve 1858 Arazi Kanunnamesi'ne kadar genelde İslam dünyasında ve Osmanlı'da görülen toprak düzeni ve toprak üzerinde süren beşeri ilişkiler, serf-senyör ilişkisinden farklıdır. Toprağın kontrol hakkı (rakabe) devlete ait olan miri düzende kullanma hakkı mertebeli olarak has, zeamat ve tımar sahiplerinindir ki, bunlar, toprağın ve toprak üzerinde yaşayanların maliki değildirler, bir tür devlet memurudurlar. Suistimalde bulundukları veya başarısız oldukları durumlarda devlet onları değiştirir. Serf toprakta köledir, efendisinin malıdır, hatta efendisinin evlendiği eşi üzerinde 'ilk gece' hakkı vardır.
Osmanlı'da köylü ile sipahi ihtilafa düşünce davaya kadı bakar. Tanzimat'tan ve Cumhuriyet'ten sonra belli belirsiz ortaya çıkan "toprak ağalığı" da feodaliteye benzemez. Ağalığı büyük ölçüde çıkaran faktörler, yeni rejime karşı isyanları bastıracak olan güçlü aşiretlere devletin geniş topraklar dağıtması ve tehcir edilen gayrimüslimlerin mal ve mülklerinin yine güçlü aşiretlere intikal ettirilmesidir.
Avrupa'da ateşli silahların 16. yüzyıl boyunca yaygınlaşması Avusturya cephesinde atlı süvarilerin ve sipahilerin savaş gücünü azaltmıştı. Bu durum ateşli silahlarla eskiden beri donanmış olanYeniçerilerin önemini arttırdı. Yeniçeriler maaşlarını doğrudan doğruya hazineden nakit para (ulûfe) biçiminde almaktaydılar. Yeniçeri birliklerinin sayısının büyümesi Osmanlı maliyesinde nakit para ihtiyacını artırdı. Nakit gereksinimini hızlı bir biçimde karşılamanın başlıca yolu vergilerin iltizam yöntemiyle toplanmasıydı.
Sözü geçen yöntemin 16. yüzyıl sonlarında başat hale gelmesiyle tımarların gerek askerî, gerekse ekonomik anlamda belirleyici bir önemleri kalmamıştır. Tımarlar bundan sonra varlıklarını bir kalıntı kurum olarak 19. yüzyılın başlarına değin sürdürecektir. Tımar sistemi Tanzimat Fermanıyla 1839 yılında kaldırılmıştır.
Derleyen: Abdullah Kargılı
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
Bir Azizin ardından
Bastığı yeri bile incitmek istemeyen, çevresine ikram eden, insanların dertleriyle ilgilenen, hayvanları gözetip kollayan hal ehli,...
-
Balkanlar ve Orta Asya Türk cumhuriyetlerindeki müslümanların etkilendiği radikal dini akımlar iki kategoride toplanabilir. Birinci ola...
-
Fena, yok olmak, silinmek, zeval bulmak anlamına gelir. Istılahta fena, başlangıcı ve sonu olan şey için kullanılır. Nitekim Allah mah...
-
Tasavvuf’un ilimler içerisindeki yeri İlimler çeşitlidir. Din ilmi de üç türlüdür. Kuran ilmi, sünnet ilmi, iman ha...



.jpg)

.jpg)
.jpg)

.jpg)







