Beka ise ilk haliyle devam edip gitme, sabit kalma, bir halde sürekli oluş gibi manalara gelir. Istılahi olarak, kulun kendinde olandan geçip Allah’a ait olan ile bir olması demektir. Diğer bir ifadeyle kulun, Hakk’ın emanetlerini kendinin sanırken Hakk’ın olduğunu tahkik etmesidir. Kul, fenadan sonra gelen beka ile nefsine ait şeylerden fani, Hakk'a ait olan şeylerle baki yani nefsinden fani, Hak ile baki olur. Bir diğer ifadeyle dünyadan kalbi rabıtayı koparan kimsenin kalbi, dünya tutkusundan fena bulmuş demektir. Dünya tutkusu ve kötü niyetler fena bulunca fütüvvet ve doğruluk baki kalır.
Fena ve Beka
Ebu Nasr Serrâc et-Tûsî'nin el-Lümâ'sında Tasavvuf, Tevhid, Marifet ve Makamlar
Tasavvuf’un ilimler içerisindeki yeri
İlimler çeşitlidir. Din ilmi de üç türlüdür. Kuran ilmi, sünnet ilmi, iman hakikatleri ilmi. Bu üç ilim, Allah’ın ayetlerinden, Rasulu’nün sünnetlerinden ve veli kullarının kalplerine düşen hikmetlerden oluşur. Bunun da aslı iman hadisidir ki Cibril’in peygamberimize islamı, imanı ve ihsanı sorduğu hadis-i şeriftir. İslam zahirdir, iman zahir ve batındır. İhsan ise zahirin de batının da hakikatidir. Onu da Hz. Peygamber şöyle tanımlamıştır: “İhsan Allah’ı görüyormuşcasına kulluk etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da O seni görüyor. Hz. Peygamber’in bu tanımını Cibril tasdik etmiştir. İlim amele yakındır, amel de ihlasa. İhlas kulun ilmiyle ve ameliyle Allah’ın rızasını murad etmesidir. İlim ve amel konusunda bu üç grubun dereceleri farklı farklıdır. Bunların maksatları ve dereceleri de birbirinden farklıdır. Bu derecelerin İlim, amel, hal ve hakikat yönünden bir takım şekli esasları olduğu gibi, mana açısından da kendilerine göre bir takım terimleri, kavramları ve yorumları vardır.
Bazı tasavvufi kavramların izahı
Sufi
Onlara içleri ve dışları pak
olduğu için, yün manasına gelen “sof”dan yapılan elbise giydikleri için,
ashab-ı suffa’ya benzedikleri için, Allah’ın huzurunda ilk safta bulundukları
için, Allah’a olan muamelesini saf hale getirdikleri için sufi denilmiştir. Bunların
içinde sufi kelimesinin sof’dan yapılma elbise giyenlere nisbet edenlerin
görüşleri daha kuvvetlidir. Zira ilk dönem zahidlerin yün elbise giydikleri
bilinmektedir.
Ebu Hureyre ve Fudayl b. Ubeyd suffa ehlinin hallerinden
bahsederlerken onları açlıktan yerlerde sürünen, yün elbise giyinen ve
terledikleri zaman yağmur altında kalan koyunlardan çıkan koku gibi bir koku
çıkaran kimseler olarak tasvir etmişlerdir. Yün elbise peygamberlerin ve
evliyaların giyim tarzıdır. Ebu Musa El-Eşari bu konuyla ilgili Hz. Peygamberin
“Şu kayalıklardan yetmiş peygamber geçti. Üzerlerinde aba olduğu halde yalın
ayak kabeyi tavaf etmişlerdi.” sözünü nakleder.
Ortaasya ve Balkanlarda dini gruplar
Balkanlar ve Orta Asya Türk
cumhuriyetlerindeki müslümanların etkilendiği radikal dini akımlar iki
kategoride toplanabilir. Birinci olarak Hristiyanlık dinine ait misyonerlik
faaliyetleri ile Budizm ağırlıklı senkretik Yeni Çağ dini akımlarının yaptığı
faaliyetleri sayabiliriz. İkincisinde ise İslami, dini oluşumlar yer
almaktadır.
Sovyetler birliği dağıldıktan sonra
Orta Asya ve Balkanlarda çok sayıda soydaş ve dindaşlarımızın yaşadığı
devletler kurulmuş, yıllarca ateizm ve kominizmin karanlık dünyasında kaldıktan
sonra bağımsız olan bu ülkeler dini inanç bağlamında bir çok problemlerle
karşılaşmışlardır. Uzun zaman müslüman kimliklerini gizleyerek yaşayan bu
insanlar zamanla İslam ve alt kategori olarak Hanefi-Maturidi kimliğini
unutmaya başlamışlar, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra misyonerlerin ve
aşırı grupların hedefi olmuşlardır. Bu kopuş ve devlet oluş süreci içinde
radikal dini akım mensupları bu ülkelerde ciddi davet çalışmalarına girişmişler
ve kendilerine azımsanmayacak derecede taraftar toplamışlardır.
İstanbul'u anlamak
Prof. Dr. Ahmed Güner
Sayar’la İstanbul Üzerine Bir Söyleşi
İstanbul’un fethinin
önemi ve Müslüman-Türk kültüründeki yeri nedir?
Ahmed Güner Sayar :
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u 29 Mayıs 1453’de fethediyor. Fetih sonrasında,
bugünkü suriçi İstanbul’unu kabil olduğu kadar kısa bir zamanda bir
Müslüman-Türk şehri haline getirmek istiyor. İşe önce mezarlıklardan başlıyor.
Zira mezarlıklar, bir ülkenin tapu senedidir. İstanbul, Salı günü fethediliyor ama
sokak aralarındaki çarpışma, Cuma gününe değin devam ediyor. Bu çarpışmalarda
askerlerimiz şehit oluyor. Durumdan Fatih Sultan Mehmed haberdar ediliyor.
‘Askerlerimiz şehit oluyor, ne yapalım?’ diye Sultan’a sorduklarında, Sultan,
şehit oldukları mahalle defnedin diye emir veriyor. Bunun anlamı şu; şehri kısa
bir zaman zarfında Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak istiyor.
Metal çağı
Yaşadığımız çağ, demirin egemen olduğu bir çağdır. Metal hakimiyeti, her alanda hissediliyor. Köprüsünden gökdelenine kadar büyük mimari ilmik ilmik örülüyor.
Her şey önce ahşapla başlamıştı. Babil kulesi belki de ahşaptı. Sonra taş geldi. Yerini aldı. Sonrasında metal hakimiyeti gecikmedi. Uçaklar, arabalar, dayanıklı eşyalar metaldendi. Binalar metalle güçlü hale geldi. Köprüler metal iplerin üzerinden geçiyordu. Savaş sırasında ağır savaş makineleri, bombalar metalin hakimiyetini ilan ediyordu.
Bir Azizin ardından
Bastığı yeri bile incitmek istemeyen, çevresine ikram eden, insanların dertleriyle ilgilenen, hayvanları gözetip kollayan hal ehli, melek timsal bir insan düşünün. İsmail Ustaosmanoğlu Hocaefendi böyle birisiydi. Hayvanlara karşı özel merhameti vardı. Kendisinde kibir, gururdan eser yoktu. Büyük bir alim olduğu halde hiç çekinmez, lokantalardan tabaklarda bırakılan yemekleri, ekmekleri israf olmasın diye toplar, onları sokak hayvanlarına dağıtırdı.
Ey Osmanlı geri gel!
Kermil
Dağı'nda, köyden az büyük Zichron Yaakov adında bir sevimli kasaba vardır.
Şimdi şarapları ve Fransız restoranlarıyla tanınan bu yer 1. Dünya Savaşı'nda
İngiliz yanlısı bir Siyonist casus şebekesi olan NILI'nin ini idi. Şebeke
üyeleri öndegelen Siyonist göçmenler ve Osmanlı vatandaşı olan bu kişiler
Mısır'daki İngiliz ordusu ile ilişki kurup onlara Türk kuvvetlerinin konum ve
harekat bilgilerini sızdırarak sonuçta imparatorluğun yenilgisini hazırladılar.
İlişkili oldukları kişilerden biri Haim Weizman'dı. O, isteksiz İngilizlerden
zorla Balfour Deklarasyonu'nu koparacak ve Yahudi Devleti'nin ilk cumhurbaşkanı
olacaktı.
Bugüne dek NILI İsrail'de saygıyla anıldı. Okul çocukları onun
müzesine götürülerek onlara Yahudilerin ancak Yahudilere sadık olacağı
öğretildi; eğer bu sadakat için gerekiyorsa herhangi bir güce ihanet edilebilirdi.
Onların
ülkeleri Osmanlıya ihanet için iyi bir nedeni vardı; çünkü eğer imparatorluk
yaşasaydı, ne Yahudi Devleti denen canavar, ne tecrit duvarı ardına sürülen
milyonlarca toprağın yerlisi, ne aynı derecede ezilmiş ve gecekondulara
doldurulmuş göçmen işçiler ve karşılarında malikaneler içinde birkaç zengin
Yahudi olmayacaktı. Aynı şekilde çaresiz bir Irak'a ABD saldırısı ve sonuçta
yüzbinlerce ölü ve acı hiç olmayacaktı, çünkü Irak o güçlü imparatorluğun
parçası olacaktı.
İmparatorluğun
yıkılışından sade Ortadoğu çekmedi. NATO uçakları asla Belgrad'ı da
bombalayamazdı, eğer imparatorluk bizimle olaydı. Hatta ilk ayrılan eyalet
Yunanistan'ın şimdi Euro tarafından ekonomisi mahvedilmiş ve zengin
Kuzeylilerin otelcisi haline getirilmezdi. Onun da, Rumların, İskenderiye'den
İstanbul'a dek imparatorluğun kalburüstü ahalisi olduğu günleri özlemek için
iyi bir nedeni var.
İmparatorluk
kurucu unsur olan Türklere Avrupa hayrandı ve onlardan korkuyordu, oysa şimdi
onlar da Frankfurt ve Londra'nın çöpçü-bulaşıkçıları için işlerinde istenmeyen
rakipler.
Şimdi
kimi Türk liderler AB'ye girmek hülyalarıyla kendilerini avuturken, belki de
artık imparatorluğu geri getirmeyi düşünmeye başlamamızın tam sırası. Aslında
imparatorluk çok büyük ve etkisiz olduğundan yıkılmadı: En görkemli
zamanlarında bile Brezilya ya da Rusya'dan küçüktü. O yıkıldı, çünkü toy yerel
elitler zehirli ulusçuluk meyvasından yediler; bunu onlara Batılı lafazanlık
üstadları sunmuştu.
Avrupa'nın
icadı olan ulusçuluk, muhtemelen Ortaçağ'ın kara veba salgınından daha çok
insan öldürdü. Dahası, o imparatorluğa makul bir seçenek de sunamadı. Oysa
orada düzinelerle kavim, kabile barış içinde birlikte yaşıyordu. Kopan
ülkelerin hiçbiri başarılı bir devlet kuramadı. Ve Batılı yırtıcılar, giderek
daha ve daha da küçük gruplar arasına kavga ekmeye devam ettiler, şimdi Türkiye
ve Irak'taki Kürt hadiselerinde görüldüğü gibi. Nasır ve Baas Pan-Arabizmi, Bin
Ladin İslamcılığı, Ziya Gökalp ve Halide Edip Pantürkizminin hepsi de Batı'nın
ilerleyişini durduracak güvenilir bir ideoloji oluşturmakta aynı başarısızlığa
uğradılar.
Belki
Batılı kardeşlerin kitabından kendimize bir yaprak ödünç almalıyız. AB ile
Avrupa, bin yıl önce çökmüş Şarlman imparatorluğunu yeniden kurdu; bizim
İmparatorluğumuz ise hala insanların zihninde, görkemli saraylarda, kalelerde,
camilerde ve kiliselerde dipdiri. Tekrar kurulan imparatorluğumuz tüm Bizans
sonrası kazanımları kucaklamalı: Türkiye'nin, Ortadoğu'nun, Balkanların, Rusya,
Ukrayna ve Orta Asya Türki cumhuriyetlerinin birlikte parlak bir geleceği var.
Bizans'ın
iki parlak varisi Rusya ve Osmanlı İmparatorlukları, yüzlerce yıl birbiriyle
savaştılar. ama aynı şey, Batı Roma'nın varisleri Fransızlar ve Almanlar için
de doğru. Eğer Batının ezeli düşmanları birleşiyorsa bu niye Doğu'da da olmasın?
Bu
yaz Rusya ve Ukrayna'yı gezdiğimde, Ruslar ve Türkler (ya da Rus tabiriyle
Tatarlar arasında çok benzerlik gördüm. "Bir Rusu hamamda keseleyin,
altından Türk çıkar," Churchill'in purosundan derin bir duman çekerken
söylediği söz. "Tersi de doğru," der büyük Rus tarihçisi ve Rus
Doğuculuğunun babası Leon Gumilev. Gerçekten Rusya Müslüman Türkler ve Ortodoks
Slavların ortak ülkesi olarak doğdu. Gumilev Batılı "Tatar (Türk)
boyunduruğu" efsanesini yıktı ve Moskova devletini Cengiz evladı
Altınordu'nun varisi ilan etti. "Rusya cesur Türklerle birliği sayesinde
yenilmezdir," diyen Gumilev, Batı'yı Rus kimliğine en büyük tehdit gördü.
Milli
Bolşevik lider ve ünlü yazar Edward Limonov geçenlerde yazdığı yazıda Rusya
için "Alman kaplamalı Türkiye" dedi. Ruslar halen
"şarovari"yi (şalvar) çok sever, ki aynısı Anadolu köylüsü ve eski
Osmanlının giyimidir. Aynı Türkler gibi çömelir, bağdaş kurarlar der Limonov.
Rusların Türklere bu yakınlık hissi Avrupa'nın Türk kuşkusundan çok farklıdır.
Sinemada da bunun etkisi görülür: Yeni Rus süper prodüksiyonu "Türk
Gambiti" Plevne'deki Rus-Türk savaşını, Hollywood'un (Amerikan
düşmanlarına, ç.n.) takındığı ırkçı tavırdan çok farklı sergiler ve Gazi Osman
Paşa'yı bir kahraman olarak gösterir.
Türk-Slav
beraberliği çok gerilere gider. Ukrayna'nın kuzeyinde eski Rus prensliklerinin
başkentleri Novgorod, Çernigov ve Kiev'i ziyaret ettim. Bu şehirlerin Rus
beyleri Türk prensesleriyle, steplerin kızlarıyla evlenmişler ve Türk
savaşçıları, onların saray heyetlerinin hep bir parçası olmuş. 12. y.y.dan kalma
bir Rus destanında Novgorod Prensi İgor Türk steplerine akın yapar, ama
yenilgiye uğrar. Onu esir eden Konçak Han, onu kızıyla evlendirir ve Novgorod'a
dönerler. Rus soylularının önemli bölümü hala Türk adları taşır,
"Lolita"nın yazarı Nabokov ya da 2. Nikola zamanının en zengin prensi
Yussupov gibi.
Son
çıkan kitabı "Avrasya Senfonisi"nde St. Petersburg'lu yazar van
Zaichik küremizin bu bölümü için farklı bir kurgusal tarih yazar: Eğer Türk
Altınordu İmparatorluğu'nun hakanı bilge Sertak Han (Aziz Aleksandr Nevski onun
arkadaşıdır) kendisine düzenlenen suikastten kurtulsa ve Ruslarla Türkler
müreffeh bir devlette birlikte yaşamaya devam etselerdi ne olurdu?
Van Zaichik
devam eden imparatorluğa "Ordus" (orj: Hordus) der.
"Ordus", "Ordu" ve "Rus" kelimelerinin bir
bileşenidir. Avrasya'nın çok daha geniş bölgelerine yayılmıştır. Hordus'ta
modernlik gelenek ve dinle buluşur; aile kurumu ayaktadır; tektük zengin
kapitalistler varsa da sınırsız servet birikimi hoşgörülmez.
"İşbirliği
(imece) yapıyor, bencilliğimize engel oluyoruz", Ordus'un sloganıdır; bu
Doğu'nun modelidir. Camiler ve kiliseler çok sayıdadır; vatandaşlar ise birlik
içinde yaşar. Bu farklı dünya seçeneği Ruslar için o kadar çekici olmuştur ki,
caddelerde, tamponlarında "Xochu v Hordus" ("Ordus'ta yaşamak
istiyorum") yazan kaç araba gördüm.
Bu arada Ordus'un bir de Kudüs
"vilayet"i (orijinal kelime, ç.n.) vardır. Hitler Almanyası'ndan
kaçan birçok Yahudi buraya sığınır (evet bu farklı dünyada da Hitler Almanyası
vardır), ama burada yerli halkla eşit vatandaşlar olarak yaşarlar.
Yeni
ve parlak Rus tarihçisi Fomenko "heretik" bir tarih seçeneği sunar :
Onun dünyasında bir büyük devlet ya da "İmparatorluk" hep vardır ve
Boğaz kıyısındaki şehir onun doğal başkentidir. Geçmişte böyle olsun ya da
olmasın, gelecekte böyledir.
Avrasya'da
hakimiyet kavgaları vermek yerine Türkler, Slavlar, Araplar (ve küçük
komşuları) güçlerini birleştirebilir, Konstantiniye'yi (İstanbul bu ismin
farklı okunuşudur) ortak başkent ve imparatorluk hükümeti payitahtı yapabilir. Konstantiniye
bizim Brüksel, New York ve Pekin'e cevabımız olabilir. Yüzyıllar sürmüş
hakimiyet kavgaları Avrasya'da nice savaşlar çıkarmış iken, birlik tüm
istekleri tatmin edebilir:
Ruslar da Türkleri oradan çıkarmadan İstanbul'u
başkent edinebilirler; Türkler ise Kırım ya da Taşkent'le komşu olur,
Yakutistan'ın uzak elmas madenleri ve Pravoslav Türklerinin diyarları, tek bir
Rusla savaşmadan elde edilir. Ortadoğu birkez daha, hep ait olduğu Avrasya'ya
dahil edilir; Washington'dan, Londra'dan, Brüksel'den gelecek emirlere boyun
eğmez. Çok uzak bir yer olmaktan çıkan Türkiye Bağdat'la Kiev'den, Belgrat ve
Kahire'den, Vladivostok ve Ankara'dan gelenlerin buluşma yeri olur.
Bir
kez daha çift başlı kartalı Doğu uygarlığımızın, Ortodoks ve Müslümanların
birliğinin sembolü olarak yükseltelim, hükümdarımıza iki ünvanı, İslam halifesi
ve Ortodoksların imparatoru sıfatını verelim, küçük milliyetçilikleri geçmişe
gömelim ve tarihte yepyeni bir çağ başlatalım. Bu Doğu Milletler Topluluğu
(Commonwealth), Doğu Roma'nın, Bizans'ın Rus ve Osmanlı imparatorluklarının bu
varisi devasa maddi ve manevi kaynaklara hakim olacak, bir süpergüç olacak,
Birleşik Avrupa, ABD ve Çin'in karşısına çıkacaktır.
Bu
Milletler Topluluğu hem manevi hem maddi amaçlarla birleşecektir. Doğu ve Batı
metafizik temellerde bölünmüştür. Batıda Mammon (Para Tanrısı) galip gelmiştir.
Batı iştaha korkunç bir imanı, bireyci başarıya dizginlenemez hırsı,
alabildiğince tüketme hak hatta görevini kabul etmiştir.
Dayanışmaya,
"insanın mutlak özgürlüğü" adı altında egoizmi tercih etmiştir. O
kadını erkeğe benzetmeye çalışarak yoketmiş, erkeği kadınla rekabete sokup
yoketmiştir. Tanrı'yı reddetmiştir, kiliseleri bomboştur, şehirleri iş
merkezlerinin etrafına kuruludur; bizimkiler ise bilgi, sanat ve duanın etrafına
kurulu.
Doğu
daha Hıristiyan kalmıştır; bence İslam Ortodoks Hıristiyanlıktan, Jean
Calvin'in Kalvinist Protestanlığının olduğundan daha uzak değildir. Doğu
Mammon'u reddeder, çünki biz Tanrı'ya inanırız; bizce manevi ihtiyaçlar
maddeden önce gelir, hiçbirimiz Hz. İsa'yı reddetmeyiz. Kadınlara saygı
gösteririz, çünkü Hz. Meryem'i reddetmeyiz. Doğu hala tabiatı sever, ahlaksız
zenginliği kötüler, emeğe saygı duyar, uyumu başarının üstünde tutar. Adam gibi
erkekleri ve hanım gibi kadınları severiz, çünkü gelenek ve aileye saygılıyız.
Batı
göçebe bir uygarlık düşler; burası aile ve topraktan kopuk atomize bireylerin
bir açık toplumudur. Doğu illetler Topluluğu'nda biz başka yönde ilerleyeceğiz.
Göçü zorlaştırıp sermaye hareketini teşvik edeceğiz. Özerklik taraftarıyız;
çünkü özerk iradeler kendi yerel ihtiyaç ve isteklerini daha iyi bilirler.
Batı
özel mülkiyetin kutsallığını savundu. Biz de o küçük iken ona saygılıyız, ama
aşırısını reddediyoruz. Biz süper zenginlere ağır vergi koyacağız, gerekirse
malını millileştirecek, şirin bir Anadolu ya da Sibirya köyüne yeniden eğitime
göndereceğiz. Milli kaynaklar özelleştirilmeyecek, yabancılara toprak satışı
yasaklanacak, köylüler toprağından edilmeyecek. Kenti değil köyü teşvik
edeceğiz.
Batı
özel hayatın her alanına müdahale ederken biz Doğu'nun kadim özgürlüklerini
savunacağız. Komşularımıza çok iyi dost olacağız; ama bunu istemezlerse de
yaman düşman olacağız.
Bu
hayal, Avrupalı Kuzey Amerikalı ve Çinli süpergüçlerin vatanlarımızı
sömürgeleştirmesine karşı tek çıkış yoludur. Yoksa sömürgeleşme devam eder.
İsrael A. Shamir
Ölüm parıltısı
İnsan gençken ölüm yalnız mezarlıktadır. Sonra, yaş ilerledikçe, o da, hissedilmeyen bir yavaşlıkla alanını genişletir.
Bir gün gelir, çarşıları, pazarları tutar. Sonra bahçeyi zapteder. Nice geceler, evin penceresine yaslanıp içeri bakar. Avlu duvarından içeri atlar zaman zaman. Derken evi kuşatır ve kaçınılmaz, önlenmez şekilde eve girer.
Gerçek özgürlük
Anlıyor ve görüyordu ki herşey gelip geçicidir. baki olansa yalnız Allah'tır. Tek olmak Allah'a mahsustur. Mutlak özgürlükte mutlak özgür olan sadece Allah'tır. İnsan ancak Allah'a doğru yol almakla bir parça gerçek özgürlükten tadar. Onun dışında özgür olmak için toplum ilişkilerinden ne kadar kaçsa bunun bir yararı olmaz. Aksine daha beter bir esirliğie ve mahkumluğa saplanır.
İnsan sorumluluklar yüklenerek Allah'a yaklaşır ve böylece de özgür olur. Bunun aksi özgür olmak, adeta sorumluluktan kaçmak olur. Bu kaçma bir çare değil tersine içinden çıkılmaz bir başka tutsaklığın tuzağına düşme ile sonuçlanan zavallıca bir girişimdir.
Yeryüzü halifesi
Hani Rabbin,
meleklere: "Ben yeryüzünde muhakkak bir halife yaratacağım" demişti
de, melekler: "Aaa! Yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi
yaratacaksın? Biz seni hamdinle tesbih eder ve seni takdis ediyoruz"
demişlerdi. Allah da onlara "Muhakkak sizin bilmediğiniz şeyleri ben
bilirim" buyurdu. (Bakara 30)
Halife:
Asilin yerine geçen vekil manasınadır. Musa aleyhisselam kardeşi Harun aleyhisselama
benim yerime geç manasında hilafet kelimesini kullanmıştı.
Hikmetin özü
Hikmetin özü, ilimle amelin
birleştirilmesi, insanın bildikleriyle amel ettiği takdirde Cenab-ı Hakk’ın
fazlıyla bilmediklerini de öğrenmesidir.
Bunun tersi de insanın amel etmediği
takdirde Cenab-ı Hakk’ın bildiklerini de unutturmasıdır.
Tekrar yaratılış
Günümüz
ateistlerinden birisi bana şöyle sormuştu:
"Adamın
biri denize düşse, onu balina yutsa, balinayı balıkçılar tutsa, bin parçaya
ayırsalar, binlerce insan yese, bu insanlardan biri Asya'da, biri Avrupa'da
ölse, biri yansa duman olup gökyüzüne yükselse, şimdi bu denize düşen adamı
Allah nereden nasıl toplayacak?
Ona şöyle
cevap verdim:
"Babanın okuduğu Kur'an-ı Kerim'de Yasin Suresi vardır. O
sûrenin yetmiş dokuzuncu âyetinde sorunun kısa bir cevabı vardır. Müşriklerden
birisi mezarlıklardan çürümüş bir kemik getirip Efendimiz'in önünde ufalayarak
"Bu çürümüş kemiği kim diriltecek" diye sorar. Rabbimiz de "Onu
ilk önce kim yaratmışsa o diriltecek" diye cevap verir.
Baharda diriliş
"Bu dünya hayatından başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Biz diriltilecek değiliz” diyen insanlar
mevsimlik böcekler gibi hiç görmedikleri baharı inkar etmekteler. Ama bu kışın
bir baharı da vardır.
Ana rahmindeki çocuğa "Buradan daha geniş bir dünya var" deseniz
gülüp geçebilir. Bu dünya da ahiretin ana rahmidir. Bu toprak ana üzerinde
yaşar büyür ve ölerek ahirette doğarız.
Dünyayı satın almak
Ahireti verip dünyayı satın
almayla ilgili bir çok âyet-i kerîme vardır. Müfessirler Tevbe Sûresinin son
âyet-i kerîmelerinde, Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'dan bir hadis zikretmiş. Hadisin serbest tercemesi şöyledir:
Benim ve sizin haliniz
şuna benzer, diyor Peygamber Efendimiz. Çölde susuzluktan baygınlık derecesine gelmiş insanlar
neredeyse bayılmak üzereyken güzel elbiseli, üzerinde yorgunluk işareti de
olmayan, suyunu daha yeni içmiş, gözlerinden susuz olmadığı da belli olan bir
insan geliyor ve diyorki:
- Susuz musunuz?
Kanla yükselen medeniyet
Şu bilinmelidir ki, günde
beş defa yöneldiğimiz o Kâbe-i Muazzama, iki tane peygamberin eliyle
yapılmıştır: İbrahim (a.s.) ve İsmail (a.s.). Yani köle kanı, insan kanı, yani
zulmedilmiş insanların kanı veya alın teri yoktur orada. Ama bugün Romalılar'dan
kalma taşlar, sanat eseridir diye gösterilir. Mısır'daki piramitler kölelerin kan ve gözyaşları üzerine kurulmuştur.
Sultanahmet'in kuzey tarafındaki
o meydandaki taşlar, Mısır'dan buraya getirilinceye kadar binlerce kölenin
kanına mal olmuştur. Bir tek taş ve ondan sonra da sanat abidesi olarak oraya
dikilmiştir.
Lale ve gül
"Lale" motifi, Allah'ı sembolize
etmektedir. Zira Allah ismindeki harfler ile lale kelimesinin yazılışındaki
harflerin ebced hesabına göre sayı değerleri aynıdır. Hilal kelimesi de bu
cümledendir.
Lale ile gülün bir arada kullanıldığı örnekler de mevcuttur.
"Gül"ün süsleme sanatlarında ve özellikle mezar taşları üzerinde
görülmesinin sebebi ilahi güzelliği sembolize etmesi ve Hz. Muhammed'in remzi
olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden "verd-i Muhammedi" veya
"gül-i Muhammedi" isimleri de verilen gülün kokusunun, Hz.
Muhammed'in kokusu olduğuna inanılır. Sarıklarda, kavuklarda ve diğer
başlıklarda bu motife sıkça rastlanır.
Endamlı servi
Mezar taşlarında en yaygın
kullanılan ağaç sembollerinden biri "Hayat ağacı" motifidir. Bu
motif, orta Asya kökenli bir motif olup, kullanımı M.Ö. 8. yıllara kadar iner.
Hayat ağacı ve dalındaki kuş figürleri ölünün kendisini temsil etmekte ve onun
Allah katına yükselmesini sembolize etmektedir. Hayat ağacı bolluk ve bereketin
simgesidir.
"Meyveli ağaç" ise, insan-ı kamili temsil etmektedir.
Ölüm ve faniliğin sembolü olarak kullanılan "servi ağacı" da mezar
taşlarında en çok rastlanan motiflerdendir. Kendine has bir kokusu olan ve
yaz-kış yeşil kalan servi, vahdeti, yani birliği sembolize eder. Allah lafzının
ilk harfi olan Elif'e de benzetilen servinin rüzgarda sallanırken çıkardığı
"HU" sesiyle Allah'ı zikrettiğine inanılır.
Adalet ve müsamaha
Dördüncü Halife Hz. Ali'nin hükümranlığı sırasında, Bizans İmparatorluğu'nun büyük toprak parçalarını fethetmiş olan müslümanlar arasında bir iç savaş patlak vermişti. Kaybedilmiş toprakları geri almak için ne güzel bir fırsat!
İmparator Konstantin II, İslam devleti içindeki Hıristiyan tebaaya elçiler yollayarak başkaldırmalarını ister: "Bu, Tanrı tarafından verilmiş bir fırsattır, yönetime karşı başkaldırın! Ben de, bu ortak düşmanımızı süpürüp atmak için bir ordu yollayacağım". Cevap ne olmuştu? İslam Devleti'nin hristiyan tebaası ona şu cevabı vermişti: "Dinimizin düşmanlarını sana tercih ederiz!".
İslam'ın gayr-i müslimlere yönelik uygulamaları
İslam, önceki peygamberlerin
koyduğu yasaları benimsiyorsa, bu, Kur'an tarafından açıklanan (Nisa, 4/24)
prensibin sınırları içindedir. Söyle ki: "Haram kılınanların dışında
kalanlar size helal kılındı". Yani, yasaklanmamış olan şey helaldir. Bu
kural öyleyse genelde Araplarınkine olduğu gibi putperestlerin, müşriklerin
uygulamalarına ve adetlerine tatbik edilmektedir. Ve, daha sonra, Müslümanların
yerleşmiş olduğu dünyanın bütün mıntıkalarında tatbik edilecektir. Bu yolla
İslam yasası yabancı unsurların katkısıyla zenginleşecek, diğer şeyler
arasında, yol gösterici olarak bizzat Hz. Peygamber'in tatbikatı yer alacaktır.
Sahih-i Buhari'de, Hz. Peygamber direkt bir vahiy, apaçık bir hüküm, yani bir Kur'an ayet i telakki etmediğinde ehli kitabin adetlerine göre amel ederdi, diyen bir hadis bulunmaktadır." Sonuç olarak Hz. Peygamber diğer din mensuplarının uygulamalarını da göz önünde bulunduruyordu.. Mesela İkinci Halife döneminde, yani Hz. Peygamber'in vefatından dört ya da beş yıl sonra, yabancı yasaları İslam kanunları gibi kabul ettirecek bir tarzda, bu olgunun açıklanmış şeklini bulmaktayız.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
Bir Azizin ardından
Bastığı yeri bile incitmek istemeyen, çevresine ikram eden, insanların dertleriyle ilgilenen, hayvanları gözetip kollayan hal ehli,...
-
Balkanlar ve Orta Asya Türk cumhuriyetlerindeki müslümanların etkilendiği radikal dini akımlar iki kategoride toplanabilir. Birinci ola...
-
Fena, yok olmak, silinmek, zeval bulmak anlamına gelir. Istılahta fena, başlangıcı ve sonu olan şey için kullanılır. Nitekim Allah mah...
-
Tasavvuf’un ilimler içerisindeki yeri İlimler çeşitlidir. Din ilmi de üç türlüdür. Kuran ilmi, sünnet ilmi, iman ha...









.jpg)

.jpg)
.jpg)

.jpg)


