Hikmetin özü


Hikmetin özü, ilimle amelin birleştirilmesi, insanın bildikleriyle amel ettiği takdirde Cenab-ı Hakk’ın fazlıyla bilmediklerini de öğrenmesidir. 

Bunun tersi de insanın amel etmediği takdirde Cenab-ı Hakk’ın bildiklerini de unutturmasıdır. 

Tekrar yaratılış


Günümüz ateistlerinden birisi bana şöyle sormuştu:

"Adamın biri denize düşse, onu balina yutsa, balinayı balıkçılar tutsa, bin parçaya ayırsalar, binlerce insan yese, bu insanlardan biri Asya'da, biri Avrupa'da ölse, biri yansa duman olup gökyüzüne yükselse, şimdi bu de­nize düşen adamı Allah nereden nasıl toplayacak?

Ona şöyle cevap verdim: 

"Babanın okuduğu Kur'an-ı Kerim'de Yasin Suresi vardır. O sûrenin yetmiş dokuzuncu âyetinde sorunun kısa bir ce­vabı vardır. Müşriklerden birisi mezarlıklardan çürümüş bir kemik getirip Efendimiz'in önünde ufalayarak "Bu çürümüş kemiği kim diriltecek" diye sorar. Rabbimiz de "Onu ilk önce kim yaratmışsa o diriltecek" diye cevap verir.

Baharda diriliş


"Bu dünya hayatından başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Biz di­riltilecek değiliz” diyen insanlar mevsimlik böcekler gibi hiç görmedikleri baharı inkar etmekteler. Ama bu kışın bir baharı da vardır.

Ana rahmindeki çocuğa "Buradan daha geniş bir dünya var" deseniz gülüp geçebilir. Bu dünya da ahiretin ana rahmidir. Bu toprak ana üzerin­de yaşar büyür ve ölerek ahirette doğarız. 

Dünyayı satın almak


Ahireti verip dünyayı satın almayla ilgili bir çok âyet-i kerîme vardır. Müfessirler Tevbe Sûresinin son âyet-i kerîmelerinde, Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'dan bir hadis zikretmiş. Hadisin serbest tercemesi şöyledir: 

Benim ve sizin haliniz şuna benzer, diyor Peygamber Efendimiz. Çölde susuzluktan baygınlık derecesine gelmiş insanlar neredeyse bayılmak üzereyken güzel elbiseli, üzerinde yorgunluk işareti de olmayan, suyunu daha yeni içmiş, gözlerinden susuz olmadığı da belli olan bir insan geliyor ve diyorki: 

- Susuz musunuz? 

Kanla yükselen medeniyet


Şu bilinmelidir ki, günde beş defa yöneldiğimiz o Kâbe-i Muazzama, iki tane peygamberin eliyle yapılmıştır: İbrahim (a.s.) ve İsmail (a.s.). Yani köle kanı, insan kanı, yani zulmedilmiş insanların kanı veya alın teri yoktur orada. Ama bugün Romalılar'dan kalma taşlar, sanat eseridir diye gösterilir. Mısır'daki piramitler kölelerin kan ve gözyaşları üzerine kurulmuştur.

Sultanahmet'in kuzey tarafındaki o meydandaki taşlar, Mısır'dan buraya getirilinceye kadar binlerce kölenin kanına mal olmuştur. Bir tek taş ve ondan sonra da sanat abidesi olarak oraya dikilmiştir. 

Lale ve gül

"Lale" motifi, Allah'ı sembolize etmektedir. Zira Allah ismindeki harfler ile lale kelimesinin yazılışındaki harflerin ebced hesabına göre sayı değerleri aynıdır. Hilal kelimesi de bu cümledendir. 

Lale ile gülün bir arada kullanıldığı örnekler de mevcuttur. "Gül"ün süsleme sanatlarında ve özellikle mezar taşları üzerinde görülmesinin sebebi ilahi güzelliği sembolize etmesi ve Hz. Muhammed'in remzi olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden "verd-i Muhammedi" veya "gül-i Muhammedi" isimleri de verilen gülün kokusunun, Hz. Muhammed'in kokusu olduğuna inanılır. Sarıklarda, kavuklarda ve diğer başlıklarda bu motife sıkça rastlanır. 

Endamlı servi


Mezar taşlarında en yaygın kullanılan ağaç sembollerinden biri "Hayat ağacı" motifidir. Bu motif, orta Asya kökenli bir motif olup, kullanımı M.Ö. 8. yıllara kadar iner. Hayat ağacı ve dalındaki kuş figürleri ölünün kendisini temsil etmekte ve onun Allah katına yükselmesini sembolize etmektedir. Hayat ağacı bolluk ve bereketin simgesidir. 

"Meyveli ağaç" ise, insan-ı kamili temsil etmektedir. 

Ölüm ve faniliğin sembolü olarak kullanılan "servi ağacı" da mezar taşlarında en çok rastlanan motiflerdendir. Kendine has bir kokusu olan ve yaz-kış yeşil kalan servi, vahdeti, yani birliği sembolize eder. Allah lafzının ilk harfi olan Elif'e de benzetilen servinin rüzgarda sallanırken çıkardığı "HU" sesiyle Allah'ı zikrettiğine inanılır.

Adalet ve müsamaha



Dördüncü Halife Hz. Ali'nin hükümranlığı sırasında, Bizans İmparatorluğu'nun büyük toprak parçalarını fethetmiş olan müslümanlar arasında bir iç savaş patlak vermişti. Kaybedilmiş toprakları geri almak için ne güzel bir fırsat! 

İmparator Konstantin II, İslam devleti içindeki Hıristiyan tebaaya elçiler yollayarak başkaldırmalarını ister: "Bu, Tanrı tarafından verilmiş bir fırsattır, yönetime karşı başkaldırın! Ben de, bu ortak düşmanımızı süpürüp atmak için bir ordu yollayacağım". Cevap ne olmuştu? İslam Devleti'nin hristiyan tebaası ona şu cevabı vermişti: "Dinimizin düşmanlarını sana tercih ederiz!". 

İslam'ın gayr-i müslimlere yönelik uygulamaları

İslam, önceki peygamberlerin koyduğu yasaları benimsiyorsa, bu, Kur'an tarafından açıklanan (Nisa, 4/24) prensibin sınırları içindedir. Söyle ki: "Haram kılınanların dışında kalanlar size helal kılındı". Yani, yasaklanmamış olan şey helaldir. Bu kural öyleyse genelde Araplarınkine olduğu gibi putperestlerin, müşriklerin uygulamalarına ve adetlerine tatbik edilmektedir. Ve, daha sonra, Müslümanların yerleşmiş olduğu dünyanın bütün mıntıkalarında tatbik edilecektir. Bu yolla İslam yasası yabancı unsurların katkısıyla zenginleşecek, diğer şeyler arasında, yol gösterici olarak bizzat Hz. Peygamber'in tatbikatı yer alacaktır.

Sahih-i Buhari'de, Hz. Peygamber direkt bir vahiy, apaçık bir hüküm, yani bir Kur'an ayet i telakki etmediğinde ehli kitabin adetlerine göre amel ederdi, diyen bir hadis bulunmaktadır." Sonuç olarak Hz. Peygamber diğer din mensuplarının uygulamalarını da göz önünde bulunduruyordu.. Mesela İkinci Halife döneminde, yani Hz. Peygamber'in vefatından dört ya da beş yıl sonra, yabancı yasaları İslam kanunları gibi kabul ettirecek bir tarzda, bu olgunun açıklanmış şeklini bulmaktayız.

Merhamet sultanı



Mekkeliler Hz. Peygamber'i doğum şehri olan Mekke'den kovmuşlar, on sene kadar sonra da Peygamber, doğduğu şehri fethetmişti. İşkencelerin ilk on yılı da ilave edilirse, Mekkeliler yirmi yıldan beri Peygamberlerine işkence ediyorlar, savaş yaparak, acı vererek, mallarını imha ederek, vs. dinini yaymasına mani oluyorlardı. 

Mekke'yi fethettiği zaman Hz. Peygamber münadiler çıkarttı: "Herkes Kabe'nin önüne, Muhammed s.a.s sizinle konuşmak istiyor!". Endişeli biçimde herkes toplandı. Binlerce gayr-i müslim Mekkelinin yanında müslüman askerleri de bulunuyordu. Öğle namazı vakti idi. Hz. Peygamber müezzini Bilal-i Habeşi'ye ezan okumasını emretti. Hemen Bilal, Kabe'nin damına çıktı ve okumaya başladı: "Allah'tan başka İlah yoktur!" Orada hazır bulunan gayr-i müslimler arasında büyük bir kabile reisi olan Attab b. Esid de bulunuyordu. Esid, arkadaşının kulağına şunu fısıldıyordu: "Allah'a şükür ki babam öldü, yoksa (buna) katlanamazdı!"

Mevcut yoktur


Kımıldayan yoktur, kımıldatan vardır. Hareket yoktur, hareket ettiren vardır. Kuvvetli yoktur, kuvvet veren vardır. Canlı yoktur, can bahşeden vardır. Bilinçli olan yoktur, bilinç ihsan eden vardır. Kısaca varlık yoktur, varlığa getiren vardır. Özetin özeti de şudur: Mevcut yoktur, sadece Allah vardır.


Kalp temizliği


Bir insan ne kadar iyi niyetli olursa olsun, onda nefis olduğundan kalbine ve aklına bazı kötü şeylerin gelmemesi mümkün değildir. Benim kalbim temiz, ibadete ne gerek var diyenlerin şunu unutmaması gerekir. İneğin kalbi de temiz. Kötülük diye bir şey bilmezler. Eğer cennete girmenin yolu kalp temizliği olsaydı cennete evvela inekler girerdi.

İnekte nefis olmadığından kalbi insandan daha temizdir. Onun kalbine asla kötü şey gelmez. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz. Üstelik günde kilolarca süt verir. 

Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan'a vasiyeti


Nur-u aynım Hasan'ım! Sen benim hayru'l-halefimsin. Şu vasiyetimi can kulağıyla dinle ve ona göre amel eyle ki, bu sana pederinin hayırlı bir nasihatidir.

Oğlum iyi düşün! Dünya lezzetleri seni aldatmasın. Onun nimetleri fanidir, vizr ü vebali ise bâkîdir. Gayet ihtiyatlı bulun ki, nefs-i emmare seni aldatmasın. Dünyada her şey emanettir. Emanet olan şey geri alınır. Her şey fanidir. Biter tükenir. Ademoğlunda ise yalnız kazanmış olduğu ibadetler, marifetler, faziletler kalır.


Devlet işleri



Victor Hugo'ya İskender'in neden muzaffer olduğunu, Napolyon'nun neden mıuvaffak olamadığını sormuşlar. Victor Hugo şöyle cevap vermiş:


Tımar

Farsca yara bakımı, ağaç bakımı, hayvanı temizleme anlamına gelen tımar beslediği sipahilerle harbe giden beylere -öşrünü almak üzere- ayrılan arazîye denir.

Osmanlı’da geçimlerini veya hizmetlerine ait masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen bölgelerden kendi nam ve hesaplarına tahsîli selâhiyeti ile birlikte tahsis edilmiş olan vergi kaynaklarına ve bu arada bilhassa defter yazılarındaki senelik geliri 20.000 akçeye kadar olan askerî dirliklere verilen isimdir.

Osmanlı devletinde, üretimde sürekliliği sağlamak için uygulanan sistem. Halkın savaş zamanı asker, barış zamanı çiftçi olması bu sistemden ötürüdür.

Osmanli devletinde bir yerin vergi gelirlerinin tümünün ya da bir kısmının hizmet karşılığı devri. Sasaniler, bizans, araplar ve selcuklulardaki sisteme benzer. İki temel toplumsal grup vardir: yöneten (kontrol eden) ve yönetilen (ureten, itaat eden, reaya). Mali, idari ve askeri amaçlari olan bir sistemdir. Yıllık vergi geliri 3000 ile 20000 akçe arasımda degişir.

Osmanlılarda toprağın gerçek sahibi devlettir. Devlet, birtakım hizmetler karşılığında has, zeamet ve tımar adları altında topraklan uygun gördüğü kimselere dağıtır. Karşılık olarak çiftçiye ve toprak sahibine vergi tahsil etme, bol ürün sağlama, sefere hazırlıklı bulunmak gibi çeşitli sorumluluklar yüklerdi.
Osmanlı Devleti'nde tımar yalnızca Rumeli, Anadolu eyaletlerinde ve Suriye'de uygulanmıştır. Osmanlılarda tımar sisteminin temeli, daha önce kurulmuş olan İslam devletinin ikta vb. müesseselerine dayanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu'nda Osman Gazi döneminden başlayarak geniş bir biçimde yayılmış ve tutunmuştur.

Tımar, Devlete düzenli gelir sağlayan kurumlar içerisinde, özel bir yer tutar. Bu müesseseye asker beslemek ve savaşta birçok ağır görevi yerine getirmek yükümlülüğü de verilmiştir.

Osmanlılar, bazı feodal beyleri askeri sistemi içerisine aldı. Bunlar bir müddet tımar sahibi oldular. Bu durum zamanla İslamlaşmanın da başlangıcını teşkil etti. Çünkü bu Hıristiyan tımar sahipleri zaman içinde devletin şartlarında, ister istemez kendiliğinden Müslümanlaştılar.

Tımar sistemi, klasik dönem osmanlı ekonomisinin can damarıdır. osmanlı'nın mali gelirlerinin temeli tımara dayanır. Sadece mali gelirler değil tabii, taşra yapılanması, idare sistemi, ordu da tımara dayanır. Osmanlı tarihi hakkında zerre mürekkep yalamadan, ahkam kesmeye bayılan bazı zevatın, iddia ettiği gibi osmanlı öyle harp ganimeti ile ayakta duran bir devlet değildi.

Muhtelif yıllarla ilgili yapılmış bütçe kayıtlarını okuyan bir kimse ganimet gelirlerinin en parlak zaferlerden sonra bile %5'i aşmadığını bilir. Zaten harp gelirinin %80'i pençikten ötürü bütçeye değil, askerin cebine gider. Rn küçük tımar birimi kılıç olup, osmanlı arşiv belgeleri, kanunnameler, kime ne kadar kılıç tımarı verildiğini anlatan kayıtlarla doludur.

Devlette önemli bir fonksiyonu bulunan timar sistemi, Osmanlı toprak rejiminin temelini teşkil eder. Zira bu toplumda ekonomik, sosyal, askerî ve idarî teşkilâtların tamamı büyük ölçüde toprak ekonomisine dayanıyordu. Toplum hayatında en küçük vazife sahibinden devlet başkanına (hükümdar) kadar hemen hemen bütün sosyal gruplar, geçimini toprak ürünleri ile temin ediyorlardı. Bu sistem sayesinde devletin güçlendiği tarihçiler tarafından açıkça ortaya konmaktadır.
Bu toprakların önemli bir özelliği ise, bu toprakların statülerinin de devlet toprağı olmasıydı. Osmanlı merkezi idaresi istediği an bu topraklara el koyabilme yetkisine sahipti, ayrıca toprakların miras olarak babadan oğula geçmesi de yasaktı. Böylece osmanlı feodalleşmenin önüne geçmeyi başarabilmişti.

Tımarlar, 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun tarımsal üretim düzeniyle süvariye dayalı sipahi askerî gücünü ve merkezî otoritenin taşradaki egemenliğini sentezlemeyi başarmış bir askerî-idarî-iktisadî birimdi. Tımarda üreticilik yapan reâyâ ve yöneticilik yapan sipahi, savaş zamanında kısa sürede bir atlı askere ve alt rütbeli bir subaya dönüşmekteydiler. Söz konusu birim, atlı süvarilerin Osmanlı ordusu açısından önemi devam ettiği nispette canlılığını sürdürmüştür. Tımar, ateşli silahların ve para ekonomisinin çok sınırlı olduğu çağlarda etkin bir idarî üniteydi. Tımar birlikleri ateşli silah kullanmazlar; ok, yay ve mızrakla savaşırlardı. Devlet tarım arazilerinden vergi toplamak zorunda kalmamış, vergi doğrudan asker yetiştirilmesi için kullanılmıştır. Devlet, üretimi kontrol altına almış ve üretimde devamlılığı sağlamıştır.

Peki, tımar bu kadar parlaktı da niye bozuldu? İki nedenden ötürü. Asli neden batıda ateşli silahların artması ile, hafif-orta süvari sayılabilecek tımarlı sipahilerin etkinliği azaldı. Devlet nakit para ile çalışacak tüfekli askerlere ihtiyaç duymaya başladı ki biz bunlara saruca sekban diyoruz. Saniyen tımar sisteminin doğru işlemesi için muayyen zamanlarda, tahrir denilen sayım ve yazım işlemlerinin yapılması gerekiyordu ki, 17. yüzyılın o buhranlı sürecinde osmanlı bürokrasisi bu işe gereken önemi vermedi.

Timar sisteminin önemsizleşmesiyle beraber merkezi bürokrasi de kendini ayarlamak durumunda kaldı. Bu durumda hazineye nakit para girmesi gerekiyordu, timar sisteminde nakit para girmiyordu. Hazineye nakit bulmak amaçlı bu defa sistemde değişimler, vergilerin mukataaya verilmesi, timar topraklarının mukataa sistemiyle işletilmesi gibi durumlar ortaya çıktı. Bu tür uygulamalarla beraber Osmanlı bürokrasisinde ciddi anlamda değişimler meydana geldi. Bu değişimlerde birtakım sancılar çekildi ve isyanlara yol açtı her zaman olduğu gibi. Ama zaman içerisinde de bir düzene oturdu.



Tımar sisteminin askeri yönden etkisi ise, gene vahim olmuştur. Devlet yukarıda da bahsettiğim gibi tımarlı sipahiler ve yeniçerileri birbirlerine karşı dengeli olarak kullanmaktaydı. Ancak tımarlı sipahilerin yok olması ile birlikte, ordu tamamen yeniçerilerden oluşmaya başladı. Devlet ise, ordu üzerindeki hakimiyetini yavaş yavaş kaybeder oldu. Öyle ki, yeniçeriler padişah indirip, padişah çıkarır oldular. Bunun yanında, yeniçeriler ekonomik olarak da bir kambur oluşturdular. 

Tımarlı sipahiler, topraktan yetiştikleri için devlete herhangi bir masrafları yoktu, ancak yeniçeriler para karşılığında askerlik vazifelerini yapan profesyonel birliklerdi. Buna mukabil olarak, yeniçeri sayısının artışı ile birlikte, devletin yeniçerilere ödediği maaşlarda da bir artış sözkonusu olmuştur.

Ama bir gerçek daha var. Devlete II. Selim ve hele hele III. Murad zamanında musallat olan rüşvet ve kadınlar saltanatı belasının etkisi ile bu sistem de, devlet de perişan edilmiştir. Saraydaki kadınlar hizbi, dirlikleri, zeamet ve tımar kavramlarını para ve rüşvet ile satar olmuşlar ve elbette rüşveti veren kişi ödediği rüşveti çıkarmak için halka baskı yapmaya ve onu soymaya kalkmıştır. Ne hukuk kalmıştır, ne adalet. Devletin çöküş sebeplerinden birisi de budur.

İster 1595'te sisteme giren iltizama, ister Tanzimat ve 1858 Arazi Kanunnamesi'ne kadar genelde İslam dünyasında ve Osmanlı'da görülen toprak düzeni ve toprak üzerinde süren beşeri ilişkiler, serf-senyör ilişkisinden farklıdır. Toprağın kontrol hakkı (rakabe) devlete ait olan miri düzende kullanma hakkı mertebeli olarak has, zeamat ve tımar sahiplerinindir ki, bunlar, toprağın ve toprak üzerinde yaşayanların maliki değildirler, bir tür devlet memurudurlar. Suistimalde bulundukları veya başarısız oldukları durumlarda devlet onları değiştirir. Serf toprakta köledir, efendisinin malıdır, hatta efendisinin evlendiği eşi üzerinde 'ilk gece' hakkı vardır. 

Osmanlı'da köylü ile sipahi ihtilafa düşünce davaya kadı bakar. Tanzimat'tan ve Cumhuriyet'ten sonra belli belirsiz ortaya çıkan "toprak ağalığı" da feodaliteye benzemez. Ağalığı büyük ölçüde çıkaran faktörler, yeni rejime karşı isyanları bastıracak olan güçlü aşiretlere devletin geniş topraklar dağıtması ve tehcir edilen gayrimüslimlerin mal ve mülklerinin yine güçlü aşiretlere intikal ettirilmesidir.

Avrupa'da ateşli silahların 16. yüzyıl boyunca yaygınlaşması Avusturya cephesinde atlı süvarilerin ve sipahilerin savaş gücünü azaltmıştı. Bu durum ateşli silahlarla eskiden beri donanmış olanYeniçerilerin önemini arttırdı. Yeniçeriler maaşlarını doğrudan doğruya hazineden nakit para (ulûfe) biçiminde almaktaydılar. Yeniçeri birliklerinin sayısının büyümesi Osmanlı maliyesinde nakit para ihtiyacını artırdı. Nakit gereksinimini hızlı bir biçimde karşılamanın başlıca yolu vergilerin iltizam yöntemiyle toplanmasıydı. 

Sözü geçen yöntemin 16. yüzyıl sonlarında başat hale gelmesiyle tımarların gerek askerî, gerekse ekonomik anlamda belirleyici bir önemleri kalmamıştır. Tımarlar bundan sonra varlıklarını bir kalıntı kurum olarak 19. yüzyılın başlarına değin sürdürecektir. Tımar sistemi Tanzimat Fermanıyla 1839 yılında kaldırılmıştır.

Derleyen: Abdullah Kargılı


Edep, kulluk ve dönüşüm


Takım elbise giyen, kravatlı, temiz tıraşlı, yüzüksüz erkekler. Kim bu sıradan adamlar? Bu adamlar, sekülerleşen İslamî mahallelerin maskülen yüzleri.

Kutuplaşan kamusal alan tartışmalarının her bir katmanından ari kalma adına, görüntülerini en ince detayına kadar modernleştirmiş, sekülerleştirmiş, dindar olduklarını öğrenip şaşırdığınızda bu şaşkınlığınızı övgü kabul eden, yüzlerinde belli belirsiz gurur beliren erkekler. Onlar, biz (bir yandan sekülerler, bir yandan dindarlar, toplum olarak bizler) başörtülü kadınların görünürlüğü ile fazlaca meşgulken, sorgulanmamanın, kontrol edilmemenin, tenkit edilmemenin konforu ile İslamî camiaların yeni ve görünmeyen “yüzü” olmuş erkekler. Kimdir bu, muhtelif mekânlarda karşılaştığımız, dindarlıkları yahut İslamîlikleri ile “görünmez” olan yeni mütedeyyin erkekler? Ve bugüne dek tekrar tekrar İslamî ve seküler görünürlükten, kamusal mekândan ve bunlara bağlı onca politik meselelerden bahsederken nelerden bahsetmedik, neleri göz ardı ettik?


Tarih bize ne söyler


Geçen gün bir arkadaşımla konuşurken Osmanlı’nın Celali isyanlarındaki tavrı gündeme geldi.
İsyanın bastırılma şeklinin haklılığını savunan arkadaşım Cumhuriyetin ilk yıllarında meydana gelen Dersim isyanında devletin gösterdiği reaksiyonun da bu bağlamda haklı olduğunu söyledi.

Bunun üzerinde biraz düşündüm.


Güneş doğarken


Güneş, yüzyılda bir doğsaydı, hiç kimse bu manzarayı kaçırmayacak, Allah'ın mucizesi göklere hayat verirken, tüm yataklar boş kalacaktı.


Esham Sistemi


Sosyal ve iktisadi problemlere çare yine toplumun, piyasanın içinden çıkıyor. İş içinde eğitim gibi problemin kendisinin çözümü dayatması ortaya oldukça güzel sonuçlar çıkarıyor.

Benim ilk defa duyduğum Esham Sistemi böyle bir şey. Masa başında oluşturulan teoriden sahaya uygulanan bir sistem değil, sahadan çıkıp çerçevesi oluşturulan bir sistem.

İlgimi çekti. Kısa bir araştırma yaptım.


Araştırmacılar için


Kişinin öncelikle hangi konuyu çalışacaksa o mevzuya iştiyakı, merakı olması gerekir. Merak ilmin başıdır.  Bununla birlikte bütün sosyal bilimler araştırmacılarının ister iktisat isterse edebiyat olsun teknik anlamda Osmanlıcayı eski harflerle okumayı ve yazmayı öğrenmesi gerekir. Sonra Osmanlı Türkçesini öğrenmek, o dilde yazılmış yazıları okumak gerekir. Çünkü bugünü anlamak için geçmişin izini sürmek gerekir. 

Osmanlı Türkçesi bugünkü Türkçeden çok daha zengindir. Bugün bizim kullandığımız Türkçe on bin kelimeden oluşuyor. Osmanlılar ise daha geçen yüzyılın sonlarında yüz bin kelime kullanıyorlardı. 


Öne Çıkan Yayın

Bir Azizin ardından

Bastığı yeri bile incitmek istemeyen, çevresine ikram eden, insanların dertleriyle ilgilenen, hayvanları gözetip kollayan hal ehli,...