Leyla

Günlerden bir özge bir gün müdür
Yaprak dökümü müdür gizemli neylerin
Dağlar Leyla albenisiyle mi donanmıştır
Bulutların doluktuğu
Bunlar sözcük müdür yoksa tuz ırmağı mı


Roma’ya yakınılan ben miyim
Bir gün
Her gün gelen meleğin gelmeyeceğini
Bilen ben miyim
İlenen Leyla mıdır Leyla mıdır



(kötürüm bir yel eser ıraklardan
Üçgenlerin eşliğinde
Unutulur olay özellikleri
Şems’in öğütleri erir ufukta
Doğuda batar güneş)


Kötürüm bir yel eser ıraklardan
Çağlar alınyazımı tartışır
Karanlığı tırmalar karanlık bilgeler
Evren bir savaş alanıdır
Aşkı eline dolayan bir dize yürür üstüme
Bir kent mecnunu keser yollarımı
Leyla’yı sorar


( ölüm şarkısını çalar gizemli neyler
Düşer – bu bir ölüm düşüşüdür – çılgın hüseyniler
Bağlanır bir aksak hicazda Şevki Bey’in kolları
Doğuda batar güneş )


Leyla bir özge can mıdır
Can içinde can mıdır
Bir adam anlattılar leyla’yı avuçlarında gizliyormuş
Bir adam koynunda taşıyormuş onu
Onları kıskanmak mıdır leyla’ya giden yol
Ağlasak bağışlar mı
Nasıl ölünür uğrunda


Söz verilmiş ülkede yabancı
Ağlamayan gezgini düşündüm
Nil’i gözleriyle içen bir bilge gibi
Sara gülümsüyor
Yargıç yok taşı kim atacak
Leyla bilmez mi gerekli olduğunu
Şu anda
Ben İbrahim ve sara


Leyla bilmez mi


Erzurum 1973

İlhami Çiçek

Bırakıp Gittin Beni

bırakıp gittin beni bütün kapılarda
bütün çöllerde tek başıma kodun
şafakta arayıp öğle vakti yitirdiğim
vardığım hiç bir yerde değildin


sensiz bir odanın sahrasını nasıl anlatsam
hiçbir şeyin seni andırmadığı bir pazar kalabalığını
denizde dalgakırandan da boş boşluğunu bir günün
seslenip de senden cevap alamadığım sessizliği

bırakıp gittin beni kalarak olduğun yerde hareketsiz
her yerde bırakıp gittin beni gözlerinle
düşlerin yüreğiyle bırakıp gittin beni
yarım kalmış bir cümle gibi bırakıp gittin
düşen hep ben oldum en küçük kımıldanışında senden

başını çevirdiğin için ağladığımı görmedin hiç
bana bakıp görmediğin için
ben yokken içini çektiğin için

ayağına düşen gölgene acıdın mı hiç sen

Luis Aragon

Pia

ne olur kim olduğunu bilsem pia'nın
ellerini bir tutsam ölsem
böyle uzak seslenmese
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam
içlenip buzlu bir kadeh gibi
buğulanıp buğulanıp durmasam
ne olur sabaha karşı rıhtımda
çocuklar pia'yı görseler

bana haber salsalar bilsem
içimi büsbütün yıldızlar basar
bir hançer gibi çıkıp giderdim

ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
singapur yolunda demeseler
bana bunu yapmasalar yorgunum
üstelik parasızım pasaportsuzum
ne olur sabaha karşı rıhtımda
seslendiğini duysam pia'nın
sırtında yoksul bir yağmurluk
çocuk gözleri büyük büyük
üşümüş ürpermiş soluk

ellerini tutabilsem pia'nın
ölsem eksiksiz ölürdüm

Attila İLHAN

Destina

Dün gece sen uyurken
İsmini fısıldadım
Ve hayvanların korkunç
Öykülerini anlattım


Dün gece sen uyurken
Çiçeklere su verdim
Ve insanların korkunç
Öykülerini anlattım onlara

Dün gece sen uyurken
Yüreğim bir yıldız gibi bağlandı sana
İşte bu yüzden, sırf bu yüzden
Yeni bir isim verdim sana
Destina

Sen öyle umarsız uyusan da bir köşede
İşte bu yüzden, sırf bu yüzden işte
Yaşamdan çok ölüme yakın olduğun için
Seni bu denli yıktıkları için
Yaşamımın gizini vereceğim sana


Lale Müldür

Elveda

Deyirem sefası bitdi ömrümün,
İndi dağ çıhıram, düze elveda.
Göze duman çökür, başa gar yağır,
Bahara elveda, yaza elveda.

Aşgına her zaman mügaddes dedin.
Günler elden gedir, sen teles dedin.
Çohu istemedin, aza bes dedin,
Dedim, çoh yoh ise, aza elveda.

İndi öz kökünden üzülen menem.
Özge budaglara düzülen menem.
İndi ne sen, sensen, ne de men, menem.
Biz ki, biz değildik, bize elveda.

Bahtiyar, derinde sızlayıp yaran.
Seni keçmişine bağlar her zaman.
Zulmet üreğini işıglandıran,
Yoluna şam tutan göze elveda.

Bahtiyar Vahapzade

Kuşlar Yıkanır Sesimde

tuz basılmış yaralarıma inat
pervaneyim ışığında
ey hayat

devrik bir sultanın
kahreden kederi
yanmış yıkılmış
saray öreni
değil artık yüreğim
zinciri kopart

ay çapında bir dul gecede
sular uyurken uyandım
dudağımda çiy
gül yaprağında kan
dizginleri yağmura dolanan
doru taydı zaman

gömdüm ölülerimi
bir kızıl gülün dibine

sorgucum Anka tüyü
saltanatım gül
böğürtlen mevsimi
kuşlar yıkanır sesimde

Perihan BAYKAL

Ölmek Konusunda

Ha üç gün önce, ha beş gün sonra.
Geldiğin gibi gidişin.
Nereye gittiyse anan, baban,
Peşinden kardeşin.


Bir yaprak dökümüdür dört yandan.
Bir dostun, seninle ağlamış gülmüş,
Bir sabah gazeteyi açarsın ki:
Ölmüş!

Daha dün gibidir hepsi.
Evlendiğin gün çekilmiş resim.
Mesutsun bak, çoluk çocuğunla.
Geçti kaç mevsim...

Gençtin, dinçtin... hepsi bir zamanlar.
Nerende şimdi ağrın, sızın?
Yatakta mı, yavaş yavaş
Ya sokakta ansızın?

Birkaç bahar, bir o kadar kış.
Ömürdür; uzun, kısa.
Ne ise göreceğin;
Kısmet ne kadarsa.

Hangi yılsa o, hangi ayın hangi günü,
Saati çalınca, gelince sıran.
Nasıl yaşadıysa habersiz,
Nasıl öldüyse bunca insan...


Ziya Osman SABA

Kriz Zamanında Naat

Kriz Zamanında Naat

Krizya prizmasından seyrediyorum mor Gabriel’i
Menekşeler bu prizmada kırılıyor
Kızıl zihinde kırık her şey kırık
Herkes hummalı ve zamanlar garip
ama böyle olması gerekiyor diyor Siyah Kalem
“çünkü ancak yıkılan evde haine vardır”

Ego kırılacak
Beden kırılacak
Kalp kırılacak
Her şey kış ışığı gibi kırılacaktır ki
Yeni bir başlangıç olsun

Postnişinler öğleden sonrası oturmalarında
Üzerlerine yağacak 120 elmas yağmurunu bekliyorlar

Ameliyat masası üzerinde
Garp sürgünü, Şark sürgünü
Türkiye’nin kızıl kalbi açık
Çünkü kalp ince saydam
Bir cisimdir bunu anlayamadılar

Bak her şey kırılıyor sen
mai bakışın için, Logos,
son lötüs ağacının ötesinde
iç çekerken melek







Sat bir kalp kırılıyor
Senin sözün için
Gece kuğuyla yolculuk eden O’na
O’nunla vakit geçiren O’na
Bir kedi kırılıyor ağzında
Senin yakut mührün
arketipik ahmet
“Mim’siz Ahmed’sin sen”

Swahili dilinde kırılıyorum
Arkalarını döner dönmez
Satıyorlar beni
Lahor’da kırık bir sitar gibi

Hastayım, hırkanı at üzerime
Ya Muhammed

Lale Müldür

Susuzluk'a

sen beni hazırlama sakın sen de bana gel
ölmüş ölü olmuş hüseyne hasana gel.

elleri koku dağıtırdı nasıl bir koku
suya gel kana gel bir yeni hasana gel.

o öldü çünkü bir gülü tutmuştu bilmeden
sen istersen her gün gel her sene gel.

gel beyazlıkları elle türlü kokuları biç
günler karardığında davran hep sana gel.

ne yap yap hazırla kendini anladın mı
ne yap yap meselâ ısıtıp dökündüğün sularla bile bana gel.

hatırlanmış bir gül ben de hatırlarım kolaydır
ölmüş mü ölmemiş mi hüseyne hasana gel.

hüseyin de öldü ölür hasan da öldü ölür
ölen ve dirilen o bitmez insana gel.


Turgut Uyar

Sonbahar Yitiminin Ezgisi

Bak ben bir çocuktan çıktım haylaz sarışın

Yüzümü güneşe tuttum, aykırı bir çocuktum



Buğday başakları arasından dünyaya gülümseyen



Bir sonbahar yüzümü yağmurda eskittim

Aynaları öptürdüm, aynaları dünyaya tuttum

Kuşlar uçuştular içinden dört bir yana



Ey sonbahar! Yaprak yaprak savruluşun büyüsü

Sevgilerimi sıcak sakla, acılarımı dağıt git



Bak ben bir çocuktum sarışın kiraz küpeli

Suçum yok sendelediysem bir aşk yangınıyla

Çünkü ölümdü ayrılıktı yalnızlıktı

Kalbin akan sesiyle daha yeni tanıştım



Bak ben başak kadar çocuktum ablası olmayan

Şiir çektim ayrılıklarla gölgelenmiş aşklardan

Uyanıp her gece uykudan denize açıldım.

Ah denize gömseydim denize gömseydim

Av şarkılarımı, ayrılıklarla biten aşklarımı

Ay bütün gece dizlerimde kanadığı zaman



Bak ben okuldan kaçtım üstüm başım kırağı



Kıskandım kuşların ulaşamadığı başı dumanlı dağları

Günlerdir kendime yakıştırdım, kuşlar yağdı şakaklarıma

Sonra yürüdüm her duvara bir pencere açarak

Yürüdüm dilimin ucunda yaprak döken bir türkü


Ahmet Ada

Meryem

Yine de son şansımı kullanmak
istemezdim saçlarının uğultulu hançeri
karşısında.. Sokaklarının tuzunu
kalbimin şaşkın ve sitemkâr
ipine bulamazdım..
Belki de dilimi felç
etmez, çehremden bu kadar
ürpermez, sesimde tozlanan bütün
şüphe belirtilerini ateşli ihtimal
seanslarına yormazdım..

Şehirde senin adın şiddetlense, şâyla
büyüse, kimsenin bilmediği puslu
haberlere koyu bir gül
süsü vermezdim..

Sen yine de bu soğuk, bu
yaban, bu çiğnenmiş çaresizliği iki
dudağının arasından sızdır
ma! Ve günün birinde yanılıp
da, mâzînin o me'yus yaralarına sakın kucak aç
ma!. Hem nasıl olsa, yıllar sonra
her mâsum hatırlayışın
rûhunu sıyıran içli, buruk
bir tadı kalacaktır aynalarda..

Hançerendeki tufan
işaretini biraz ertelesen oy
sa, takvimleri rendele
sen, hayat bir süre
hüsrana uğrasa... ve ellerine üşüşen meçhûl
hakikatı benim yitirişlerim
için perdelesen.. Sancılı
bahçelerde dilek-şart
kipiyle serinlemez, camların uçuk
eczasıyla meczup suların yatağından
uyanmaz, ve yalnız bana
zaptedilmiş senfonik susuşunu siyahın emanet
köpüğüne banmazdım..
Olsun. Yine de sen başlat, nâdim
olmuş bu sefil sözlere târizlerin ilk
âni hücumunu... Hor ve hakîr
gör, dünyaya bulaşan ay
gibi masun
bir hicâb meleğinin muhayyelât
rindinde yaptığı tahribatı..
Ama sana gözlerim
kadar yakın
bir bulutun hecesi olmayı
becerebilecek provaya geç
kalışımı bağışla! Bu yüzden gece
savaşlarıyla yüzüm
arasında ıslanan mesafeyi
kalbinle buluşturmam
i m k â n s ı z . . .

Sen bana unutulmuş
adaların o masmavi mührünü
vaadet! Parmaklarını dalgın
hâline beni inandır..
Benzim borç
lanıyor, bak:
Beniçocuket!.

B a h t s ı z ı m işte,
ömrüm

k ı r ı l a c a k . .

İhsan DENİZ

Dağlarda Ateşler Yandıkça

Oda karanlık
Odadan dışarı çık
Şehir karanlık
Şehirden dışarı çık
Korkma
Yürü bir hayli yürü
Gördün mü
Dağlar başladı artık.

Korkun dağılır rüzgarda
Bekle biraz
Dağlarda ateşler yandıkça
Karanlıktan korkulmaz.

Dağlar karanlık
Dağlara yukarı çık
Korkma
Yürü bir hayli yürü
Az daha yukarı çık
Birbirinden uzakta
Gördün mü
Ateşler parladı artık.

Şimdi dağlar kaldı yine ardında
Odan yendi karanlığı, ölümü
Dağlarda ateşler yandıkça
Karanlıktan korkulmazmış, gördün mü?

BEHÇET NECATİGİL

Filistinli sevgili


Gözlerin bir diken
yürege saplanmis,
çildirasiya sevilen,
iskencesine dayanilamayan.
Gözlerin bir diken,
rüzgârdan korudugum,
ötesinde acilarin, gecelerin,
derinlere sapladigim.
Kandiller yanar isiginla,
geceler dönüsür sabaha.
Bense unuturum birden,
- göz rastlar rastlamaz göze-,
yasadigimiz bir vakitler
kapinin ardinda
yanyana.

*
Sakirdin sanki konusurken.
Isterdim konusmak ben de.
Dudaklarda hayir mi kalmisti ki,
O bahar gibi dudaklarda!


Sözlerin
güvercin gibi
yuvamdan
uçtu gitti.
Kapimiz,
sonbahar kadar sari
basamaklari ardindan
firladi gitti
caninin çektigi yere.
Aynalar oldu paramparça,
yigildi içimize
aci üstüne aci.
Topladik sesin küllerini
getirdik bir araya.
Böylece söyler olduk
acili türküsünü yurdumuzun.
Hep birlikte sazin bagrina
ektik bu türküyü,
evlerin damlarina tas firlatir gibi
firlattik attik bu türküyü,
alin, dedik,
sancidan kivranan kalplere.
Oysa her seyi unuttum ben simdi.
Ya sen, ya sen, sevgili,
sesini kimselerin bilmedigi!
Belki de gidisindir senin
ya da susmandir
sazi paslandiran.

*
Dün seni limanda gördüm,
yapayalniz, yolluksuz yolcu.
Bir yetim gibi sana dogru kosuyordum,
ariyordum sanki yasli anami.

Nasil, nasil, yemyesil bir portakal agaci
kapanir bir hücreye ya da bir limana,
nasil saklanir gurbet elde
ve yemyesil kalir?
Yaziyorum not defterime:
Limanda durakaldim…
En dondurucu kis kadar soguk gözler gibiydi dünya,
doluydu portakal kabuklariyla ellerimiz.
Ve hep çöl, ve hep çöl, ve hep çöldü ardim.

*
Seni yalçin daglarda gördüm,
kuzularinla, kovalanan çoban kizi.
Sen benim bahçemdin,yikintilar ortasinda.
Bendim o yabanci, bendim kapini vuran.
Ey gönül! Ey gönül!
Kapi kalbimin üzerinde yükseliyordu,
pencere, taslar ve çimento
Kalbimin üzerinde.

*
Seni su testilerinde gördüm,
bugday basaklarinda,
yikik dökük, parça parça, unufak.
Hizmet ederken gördüm gece kulüplerinde,
sancilarin simseklerinde gördüm ve yaralarda.
Bagrimdan koparilmis ciger parçasi sensin.
Dudaklarima ses olacak yel sen.
Ates ve akarsu sensin.
Gördüm seni bir magaranin agzinda
yetimlerinin çamasirlarini iplere asarken.

Gördüm sokaklarda seni ve ates ocaklarinda,
kaynayan kaninda günesin.
Ve ahirlarda…
Ve bütün tuzlarinda denizin.
Ve kumlarda…
Toprak gibi güzel,
yasemin gibi,
ve çocuklar gibi.

*
Ve ant içerim ki,
bir mendil isleyecegim yarina kadar,
gözlerine sundugum siirlerle süslü
ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatli:
“Bir Filistin vardi,
bir Filistin gene var!”

*
Gözleriyle Filistin,
kollardaki, gögüslerdeki dövmelerle Filistin,
adiyla saniyla Filistin.
Düslerin Filistin’i ve acilarin,
ayaklarin, bedenlerin ve mendillerin Filistin’i,
sözcüklerin ve sessizligin Filistin’i
ve çigliklarin.
Ölümün ve dogumun Filistin’i,
tasidim seni eski defterlerimde
siirlerimin atesi gibi.
Kumanya gibi tasidim seni gezilerimde.
Koyaklarda çagirdim seni bagira bagira,
inlettim senin adina koyaklari:

Sakinin hey
kayalari döve döve sarkimi koparan simsekten!
Benim gençligin yüregi!
Benim beyaz kanatli atli!
Benim yikan putlari!
Kartallari tepeleyen siirleri benim eken
tüm sinirlarina Suriye’nin!
Zalim düsmana bagirdim, ey Filistin, senin adina:
“Ölürsem, ey böcekler, vücudumu didik didik edin!”
Karinca yumurtasindan kartal çikmaz hiçbir vakit,
yalniz yilan çikar zehirli yilanlardan!
Ben barbarlarin atlarini iyi bilirim.
Bir ben dururum onlarin karsisinda,
bir ben,
gençligin yüregiyim her daim,
yüregiyim beyaz kanatli atlilarin.

Mahmut Derviş

Ve yolda bir mesaj


VE YOLDA BİR MESAJ

Bir gün geleceğim ve bir mesaj getireceğim,
Nur dökeceğim damarlara.
Ve “Ey sepetleri rüya dolu olan sizler!
Elma getirdim; güneşin kızıl elmasını.” diye haykıracağım.

Geleceğim; bir yasemin çiçeği vereceğim dilenciye.
Cüzamlı güzel kadına bir küpe daha armağan edeceğim.
“Ne seyredilesi bir bahçe!” diyeceğim görmeyen insana.
Seyyar satıcı olacağım; sokakları dolaşacağım;
“Şebnem var, şebnem, şebnem!” diye bağıracağım.
“Gerçekten de karanlık bir gece!” diyecek, yoldan geçen biri.
Bir Samanyolu bağışlayacağım ona.
Ayaksız bir kızcağız var köprüde;
Büyükayı'yı asacağım onun boynuna.
Ne kadar küfür varsa, toplayacağım dudaklardan.
Ne kadar duvar varsa, yıkacağım temelinden.
“Yükü tebessüm olan bir kervan geldi.” diyeceğim haydutlara.
Bulutları parçalayacağım.
Düğümleyeceğim gözleri güneşle, gönülleri aşkla, gölgeleri suyla, dalları rüzgârla.
Ve cırcır böceklerinin sesiyle bağlayacağım çocuğun düşünü.
Uçurtmalar salacağım havaya.
Sulayacağım saksıları.

Geleceğim, okşayışın yeşil otunu dökeceğim; atların, ineklerin önüne.
Şebnem kovasını getireceğim, susuz kısrağa.
Ve kovacağım yoldaki yaşlı eşeğin üstünden sinekleri.

Geleceğim, her duvarın üzerine bir karanfil dikeceğim;
Her pencerenin dibinde bir şiir okuyacağım.
Bir çam vereceğim her kargaya.
“Ne kadar da muhteşemdir kurbağa!” diyeceğim yılana.
Barıştıracağım,
Tanıştıracağım,
Yürüyeceğim,
Nur içeceğim,
Seveceğim.

Sohrab Sepehri
(1928-1980)

Efsun


Gözyaşları işte sana sunduğum
Bir nihavend bir ağıt girdabında
Halka halka sana uçurduğum
Yusufcuk düşleri göl kenarında

Göl büyüsü bu yanıbaşımda
Efsunlu kase sana sunduğum
Sihirler bezeli kalp atışımda
Sesim soluğum işte varlığım

Abdullah Kargılı
Aralık 2008

Göçmen



Bir gün göçüp giderken
Kervanlara haber sal
Güvercin uçur peşimden
Her şey bitti derken
Neler geçer içimden

Kalbimden akan sen

En derinden nehirler
Bulut dolu hayaller
Sevgiler ve hasretler
Ruha doğru filizler
Umut ile beklersen


Abdullah Kargılı
Ağustos 2008

Bilinmeyen Süleymaniye


Süleymaniye Camii hayatımda önemli yeri olan bir mekan. Okuduğum fakülte, caminin hemen yanında olduğundan arkadaşlarla ders aralarında gelir, bahçesinden boğazı seyreder, ağaçların serin gölgesinde oturur, huzur içinde ibadetimizi yapardık. Bu arada gözümüze takılan, caminin ihtişamına gölge düşüren yerler görürdük. Mesela sağ öndeki minarenin külahı yana doğru eğilmişti, duvarlar kirden kararmıştı, caminin mimarisine uygun olmayan eklentiler yapılmıştı, türbenin önündeki toprak alan ve deniz tarafındaki avlusu bakımsızdı, tarihi kapılarına hırsız girmesin diye çelik levhalar çakılmıştı. Şu anda restorasyonda olan caminin işte bu gibi sorunlarının giderileceğini aslına uygun şekilde tamir göreceğini öğrenmiş oldum. Camiyi dolaşırken gözüme çarpan birkaç husus oldu.


Halılar kaldırıldığı için zemin çıplak kalmış. Her taraf ahşap döşeme. 12 sene evvel mermerin üzerine yapılan bu döşeme akustiği bozmuş. Çünkü ahşap sesi emiyor, karşı tarafa iletmiyor.


Taç kapıdan girdikten sonra 10 metre ileride ufak bir kapak bulunuyor. Bu kapağı kaldırdığımızda caminin temelini havalandıran, yazın serin kışın sıcak tutan bir sistemle karşılaşıyoruz. İnsan boyunu aşan geçitlerin yer aldığı bu sistemi inceleyen bilim adamları 7 büyük deprem geçirmiş camide bir taşın bile yerinden oynamadığını hayretle görmüşler.



Kanuni Süleyman ve II. Selim zamanında toplam 28 yıl şeyhülislam olarak görev yapan Ebussuud Efendi’nin fetva makamı olarak kullandığı köşkü de kıblenin solundaki avlunun en ucunda yer alıyor.


Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesinin çevresini dolaşırken türbedar evinin hemen arkasında, üzerinde ufak bir çocuk kabrinin yer aldığı, mezarın taşlarındaki süslemeden kadına ait olduğu anlaşılan bir kabir gözüme çarpıyor. Kitabesinde bu kişinin Ali Rıza Paşa’nın gelini olduğu yazıyor.

Fiziki kader



"...O'nun katında her şey bir ölçü (miktar) iledir" (er-Ra'd 13/8).

"...Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir" (el-Furkan 25/2).

"De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez..." (et-Tevbe 9/51).

Kader ilahi sır. Ayetlerde Allah’ın bildirdiği üzere iman ettiğimiz, hala üzerinde tartışmaların bitmediği önemli bir konu. Tarihte mutezile, cebriye, kaderiye gibi çeşitli mezheplerin kader noktasında yaptıkları önemli tartışmalar kitaplarda yer almakta. Gelin kaderle ilgili şu habere bir göz atalım. Ama ihtiyatı elden bırakmadan:

Atom parçacığının yönünü ve hızını 43 saniye önceden gören bir geliştiren Hollandalı fizikçi, kaderin varlığını bilimsel olarak ispatladığını savunarak bilim dünyasını sarstı.

Restoranda yemeğinizi bitirdikten sonra genelde bir garson yanınıza gelir ve “Tatlı veya çay alır mısınız?” diye sorar. Bir süre düşündükten sonra kararınızı verirsiniz. Diyelim ki böyle bir durumda çay içmeyi seçtiniz. Bunu özgür iradenizle mi yaptınız ya da zaten kaderinizde o çayı içeceğiniz yazıyor muydu?

İşte bu ve benzeri sorular, modern insanın varoluşundan bu yana gündeme geliyor. Din adamları, siyaset bilimciler ve davranış uzmanları; yüzyıllardır “insanın davranışlarını kader mi yoksa, özgür iradenin mi belirlediğini” tartışıyor. Semavi dinler elbette kader kavramının varlığına işaret edip evrendeki tüm varlıkların kontrolünün Tanrı’ya ait olduğunu vurguluyor. Bilim dünyası ise somut olarak ispatlanamadığı için kadere şüpheyle yaklaşıyor.

Karşıtlarının teorisini çürüttü

Örneğin 1926′da kuantum fizikçisi Werner Heisenberg belirsizlik ilkesini ortaya atarak, “Evrendeki bir atomun yerini ve hareketliliğini aynı anda bilmek imkansızdır” dedi. Bu özetle şu anlama geliyordu; “Eğer aynı anda bir atomun konumu ve hareketleri ölçülemiyorsa, bu atomun gelecekte nerede olacağı ve nasıl hareket edeceği bilinemez.” Yani Heisenberg’e göre atomlardan oluşan kainattaki nesnelerin hareketleri önceden belli değilse, o zaman kader kavramı da bilimsel verilerle açıklanamaz. Ancak Nobel ödüllü Gerard Hooft’un geçtiğimiz günlerde sonuçlandırdığı 10 yıllık araştırma, kader kavramına karşı çıkan bilim adamlarının dayanak gösterdiği teoriyi çürüttü.

Bilim dünyası yankılandı

New Scientist dergisine kapak olan araştırma kapsamında Professor Gerard t Hooft, “Bir parçacığın nerede ve ne hızla hareket ettiğini” aynı anda tespit etme olanağı sağlayan bir geliştirdi. Hooft, bir atomun 43 saniye sonra nasıl hareket edeceğini önceden bilme kapasitesine ulaştı.

Çikolatayı yiyeceğiniz önceden belli

Araştırma bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı. New Scientist tarafından dünyanın en iyi matematikçileri arasında gösterilen John Conway ile Simon Kochen, araştırmayı “özgür irade” kavramının ölümü olarak yorumladı. Princeton Üniversitesi’nde görev yapan Conway şöyle konuştu: “Eğer Hooft gibi bir insan atomun konumu ve hareketini aynı anda tespit edebiliyorsa, üstün bir zekaya sahip olan bir varlık evrendeki tüm parçacıkların etkileşimini takip edebilir. Bir başka deyişle özgür irademizle yaptığımız seçimlerin belirsizliğinin ardında belirleyici bir düzen vardır.”

Kochen konuyu daha basit terimlerle anlatarak, “Önünüze bir dilim çikolatalı, bir dilim çilekli kek getirildiğini düşünün. Çikolatalı keki yemeye başladığınızda, bunun kendi seçiminiz olduğunu düşünüyorsunuz. Oysa ki çikolatalıyı yiyeceğiniz zaten belliydi. Biz özgür olduğumuz düşünüyoruz. Eğer Hooft’un i hatalı değilse özgürlüğümüz sınırlı bir ilüzyondan ibaret olabilir” dedi.

Princeton Üniversitesi’nin felsefe uzmanı Hans Halvorson ise “Ne olursa olsun, kader ve özgür iradeyi sadece fizikle açıklamaya kalkmak doğru olmayabilir. Özgür irade konusunda fiziğin de cevap veremeyeceği sorular var” diyerek konunun zamana bırakılması gerektiğine işaret etti.

Halil İnalcık


Prof. Dr. Halil İnalcık hocayı bir mekanda misafirimiz olarak ağırlama fırsatım oldu. 90’ı aşmış yaşından beklenmeyen zihni intikal hızına sahip olduğunu fark ettim. Tarihten, edebiyattan söz açıldı. Fatih Sultan Mehmet dönemine ait bir tahrir defteri bulduğunu söyledi. Bu tahrirde fetihden önce Bizans’ın sanılanın aksine ufak bir kasaba hüviyetinde olduğunu anlatan veriler bulunduğunu, Fatih’in sonradan Rumeli ve Anadoludan aileleri getirterek şehri büyüttüğünü anlattı. Zaten Fatih’in amacı İstanbul’u şehir kültürü oluşmuş bir metropol ve medeniyet merkezi haline getirmekti.
İlk başta Fatih Sultan Mehmet insanları bulundukları yerleri değiştirip buraya getirmek için biraz zorlansa da ( İnsanlara evini, barkını bırakıp bilmediği diyarları mesken tutmak zor geldiği için Fatih’in ilk davetine uyarak Anadolu’dan İstanbul’a yerleşen aile olmamış. Daha sonra Fatih, zorla Rumeli’den Yahudileri Balat’a ve Anadolu’dan Müslüman aileleri sonradan Top Yıkığı mahallesi olarak anılan yere getirtmiş. Yaklaşık 5000 aile. Getirilen yerlere nisbetle semt isimleri oluşmuş: Çarşamba, Aksaray gibi.) sonraları bu şehir insanların gelmek için can attıkları yer olmuş. Hoca işte bu tahrir defterinde geçen mekanları teyid için Fatih’e gelmiş. Balat’tan başlayarak Topkapı’ya kadar sur diplerinde ki semtleri ve adı geçen mekanları dolaşmak niyetindeydi. Hocanın konuyla ilgili kitabı yakında İş Bankası yayınlarından çıkacak


Halil İnalcık kimdir?

7 Eylül 1916'da İngilizlerin Haydarpaşa Garı'nı bombaladığı gün İstanbul Kızıltoprak'da doğdu. Dedesi Kırım'daki Bahçesaray Han Camii müezini Halil Edendi, babası ise 1905 yılında, 25 yaşındayken Kırım'ı terkederek İstanbul Kızıltıoprak'da bir bakkaliyede çalışmaya başlayan Seyit Osman Nuri Efendi'dir.

Saraçhane yokuşundaki Numune-i İrfan Mektebine ardından Ankara Gazi İlkokulu'nda okur. Dördünce sınıfı okurken harf devrimi olur. Ailevi nedenlerle sürekli okul değiştirmek zorunda kalır Sivas Öğretmen Okulu'nda başladığı lise eğitimini Balıkesir Muallim Mektebi'nde tamamlar. 1935 yılında Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Yeni Çağ Tarihi bölümünde yükseköğrenimine başladı. 1942 yılında "Tanzimat ve Bulgar Meselesi" adlı doktora tezini verdi. Uzun yıllar aynı Fakültede Osmanlı ve Avrupa tarihi üzerine dersler verdikten sonra 1972 yılında Chicago Üniversitesi Tarih Bölümü'ne "Osmanlı Tarihi Üniversite Profesörü" olarak davet edildi.

1973 yılında meşhur kitabı "The Ottoman Empire The Classical Age 1300-1600" yayımlandı. Yurtiçi ve dışında çeşitli üniversitelerden fahri doktora payeleri aldı. 1993 yılında Bilkent Üniversitesi'ne davet edildi ve burada Tarih bölümünü kurdu. Yazdığı makale ve kitaplarla Osmanlı İmparatorluğu tarihi üzerinde tartışılmaz bir otorite haline gelen Prof. Dr. Halil İnalcık halen Bilkent Üniversitesi Osmanlı Tarihi Bölümü'nde yüksek lisans ve doktora ögrencilerine seminer dersi vermektedir.



-kit'a-

dehr-i fânîden nice cân nice cânânlar geçer
bezm-i işretten aceb mestâne yârânlar geçer
bir nefesdir cânımız yâr leblerinde ber-karâr
hey, bu fânûs-i safâ bir gün söner cânlar geçer

bilkent, 1999

Öne Çıkan Yayın

Bir Azizin ardından

Bastığı yeri bile incitmek istemeyen, çevresine ikram eden, insanların dertleriyle ilgilenen, hayvanları gözetip kollayan hal ehli,...