Özlü sözler

Rüzgar olmasaydı bütün dünyayı örümcek ağları sarardı. 

Gölgeler Koridoru


Barış zamanlarında çocuklar babalarını toprağa verirken savaş zamanlarında babalar çocuklarını toprağa veriyor. 

Heredot


Eğer ayine bin olsa, bakan bir 

Gören bir, görünen bin bin göründü

Yunus Emre


Sabredin! Hüzünsüz bir neşe ve darlıksız bir bolluk olmaz. 

Abdulkadir Geylani


Herşey incelikten, insan kalınlıktan kırılır...

Mevlana


Babam derslerinden 5 getirirsen sana bisiklet alıcam derdi. Sırf bu yüzden 4 getirdiğim derslerim oldu. Babamın parası yoktu.

Bob Marley


Karıncaların neslinin tükenmesi büyük çevresel felaket olur ama insan neslinin tükenmesinin çevreye hiç bir zararı olmaz. Gölgeler Koridoru


Kalbime döneceğim ama hangi yolla? İsmet Özel


Bazen en uzun yolculuk iki insan arasındaki mesafedir. Duvak The Painted Veil filminden


Ne güzeldir secde,

sen yerin dibine fısıldarsın, gökyüzünden duyulur.


İnsanlar iyi ve onurlu olabilirler ama sonuçta cenazesine gelen kişi sayısı hava durumuna bağlıdır. Nothing But the Truth


Halkın bahçesinden padişah bir elma yerse, adamları ağacı kökünden sökerler. Sadi Şirazi


Bu hayat sana karşılıksız verilmiş bir hediye. Zamanı gelince, yine karşılıksız geri vermen gereken. Biutiful 2010


Buğulu camlardaki sözler gibisin; yani nefesim olmadan bir hiçsin. İlhan Berk


Mesuliyet duygusu olmayanın mahcubiyet duygusu da olmaz. İbrahim Tenekeci


Afrika'da bir anne çocuğuna, 'tabağını bitir' diye bağırana kadar dünyanın bütün tabaklarını kırmak istiyorum. Morgan Freeman


-Telefonlara cevap vermiyorsun. 

-Bu da bir cevap aslında değil mi ? Fracture 2007


Düşünüyorum da; biz büyüyerek çocukluk etmişiz. Turgut Uyar


İnsan beyni değirmen taşına benzer. İçine yeni bir şeyler atmazsanız, kendi kendini öğütür durur. İbn-i Haldun



Mesnevi'den Alıntılar


Hz. Mevlana'nın Mesnevi'nin Şefik Can Tercümesinden altı çizili satırlar
(Hazırlayan: Abdullah Kargılı)

Highlight (yellow) - Location 4099

• Rûhlar âlemi pek geniş, uçsuz bucaksız, sonsuz bir âlemdir. Bu hayaller, bu varlıklar hep oradan mânevî gıda alırlar, feyz alırlar. 3095 • Hayal âlemi, rûhlar âlemine nisbetle pek dardır. Bu yüzdendir ki, hayallere dalmak, gam ve kederlere sebep olur.

Highlight (yellow) - Location 4130

• Yiğitler, pehlivanlar padişahların sol taraflarında dururlardı. Çünkü yiğitlik ve cesaret duygusunun yeri olan yürekler, bedenin sol yanındadır. • Defterdarlarla katiplerin yeri ise, sağ tarafta idi. Çünkü yazı yazmak ve defter tutmak sağ elin işidir. • Sofîlere padişahın karşısında yer verirlerdi. Zira, sofiler, canın aynasıdır. Ve manen "aynadan daha parlaktırlar. • Onlar, gönül aynasında hiç görülmemiş, dokunulmamış şekiller, hayaller belirsin diye, gönüllerini zikirle ve tefekkürle cilalamışlardır.

Fususu'l-Hikem üzerine


Fususu’l-hikem, İbnü’l Arabi’nin, tarihin her döneminde aktüalitesini koruyan felsefi soru ve sorunlara dair verdiği cevaplara haiz bir eserdir. Bir şeyin kabuğunu soymak ve öz anlamlarına gelen “fass” kelimesi İbnü’l-arabi’nin eser içinde kullandığı anlamıyla yüzük taşı anlamlarına da gelmektedir. Hikmetlerin özü şeklinde bir isim seçmesi eserin içeriği hakkında bilgi vermektedir.  

İbnü’l-arabi’nin eserde kullandığı yüzük taşı metaforunu dikkate aldığımızda bahsedilen şey her ne ise verilen cevap ne kadar çevreden dolaşıyor gibi  görünse de kitap tüm varlık sorunlarının merkezinde bulunan ve tüm soruların cevabı niteliğindeki insan-ı kamil’i anlatmak istediğini söyleyebiliriz. Gözün gözbebeği olan, yüzüğün taşı olan ve şeyhin ifadesi ile alemin nazarı ile ayakta durduğu insanı kamil.

Fena ve Beka


Fena, yok olmak, silinmek, zeval bulmak anlamına gelir. Istılahta fena, başlangıcı ve sonu olan şey için kullanılır. Nitekim Allah mahlukat için: "Yeryüzünde ne varsa fanidir.” buyurmuştur. Tasavvufta fena, bütün hazlardan sıyrılıp hiçbir şeye karşı haz duymamak anlamına gelir. Öyleki böyle bir kimse kendisinden fani olur, Hakk'la meşgul bulunduğu için bütün eşya ile alakasını kesmiş olur.
Beka ise ilk haliyle devam edip gitme, sabit kalma, bir halde sürekli oluş gibi manalara gelir. Istılahi olarak, kulun kendinde olandan geçip Allah’a ait olan ile bir olması demektir. Diğer bir ifadeyle kulun, Hakk’ın emanetlerini kendinin sanırken Hakk’ın olduğunu tahkik etmesidir. Kul, fenadan sonra gelen beka ile nefsine ait şeylerden fani, Hakk'a ait olan şeylerle baki yani nefsinden fani, Hak ile baki olur. Bir diğer ifadeyle dünyadan kalbi rabıtayı koparan kimsenin kalbi, dünya tutkusundan fena bulmuş demektir. Dünya tutkusu ve kötü niyetler fena bulunca fütüvvet ve doğruluk baki kalır.

Ebu Nasr Serrâc et-Tûsî'nin el-Lümâ'sında Tasavvuf, Tevhid, Marifet ve Makamlar





Tasavvuf’un ilimler içerisindeki yeri


İlimler çeşitlidir. Din ilmi de üç türlüdür. Kuran ilmi, sünnet ilmi, iman hakikatleri ilmi. Bu üç ilim, Allah’ın ayetlerinden, Rasulu’nün sünnetlerinden ve veli kullarının kalplerine düşen hikmetlerden oluşur. Bunun da aslı iman hadisidir ki Cibril’in peygamberimize  islamı, imanı ve ihsanı sorduğu hadis-i şeriftir. İslam zahirdir, iman zahir ve batındır. İhsan ise zahirin de batının da hakikatidir. Onu da Hz. Peygamber şöyle tanımlamıştır: “İhsan Allah’ı görüyormuşcasına kulluk etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da O seni görüyor. Hz. Peygamber’in bu tanımını Cibril tasdik etmiştir. İlim amele yakındır, amel de ihlasa. İhlas kulun ilmiyle ve ameliyle Allah’ın rızasını murad etmesidir. İlim ve amel konusunda bu üç grubun dereceleri farklı farklıdır. Bunların maksatları ve dereceleri de birbirinden farklıdır. Bu derecelerin İlim, amel, hal ve hakikat yönünden bir takım şekli esasları olduğu gibi, mana açısından da kendilerine göre bir takım terimleri, kavramları ve yorumları vardır.

Bazı tasavvufi kavramların izahı



Sufi


Onlara içleri ve dışları pak olduğu için, yün manasına gelen “sof”dan yapılan elbise giydikleri için, ashab-ı suffa’ya benzedikleri için, Allah’ın huzurunda ilk safta bulundukları için, Allah’a olan muamelesini saf hale getirdikleri için sufi denilmiştir. Bunların içinde sufi kelimesinin sof’dan yapılma elbise giyenlere nisbet edenlerin görüşleri daha kuvvetlidir. Zira ilk dönem zahidlerin yün elbise giydikleri bilinmektedir. 

Ebu Hureyre ve Fudayl b. Ubeyd suffa ehlinin hallerinden bahsederlerken onları açlıktan yerlerde sürünen, yün elbise giyinen ve terledikleri zaman yağmur altında kalan koyunlardan çıkan koku gibi bir koku çıkaran kimseler olarak tasvir etmişlerdir. Yün elbise peygamberlerin ve evliyaların giyim tarzıdır. Ebu Musa El-Eşari bu konuyla ilgili Hz. Peygamberin “Şu kayalıklardan yetmiş peygamber geçti. Üzerlerinde aba olduğu halde yalın ayak kabeyi tavaf etmişlerdi.” sözünü nakleder. 

Ortaasya ve Balkanlarda dini gruplar


Balkanlar ve Orta Asya Türk cumhuriyetlerindeki müslümanların etkilendiği radikal dini akımlar iki kategoride toplanabilir. Birinci olarak Hristiyanlık dinine ait misyonerlik faaliyetleri ile Budizm ağırlıklı senkretik Yeni Çağ dini akımlarının yaptığı faaliyetleri sayabiliriz. İkincisinde ise İslami, dini oluşumlar yer almaktadır.

Sovyetler birliği dağıldıktan sonra Orta Asya ve Balkanlarda çok sayıda soydaş ve dindaşlarımızın yaşadığı devletler kurulmuş, yıllarca ateizm ve kominizmin karanlık dünyasında kaldıktan sonra bağımsız olan bu ülkeler dini inanç bağlamında bir çok problemlerle karşılaşmışlardır. Uzun zaman müslüman kimliklerini gizleyerek yaşayan bu insanlar zamanla İslam ve alt kategori olarak Hanefi-Maturidi kimliğini unutmaya başlamışlar, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra misyonerlerin ve aşırı grupların hedefi olmuşlardır. Bu kopuş ve devlet oluş süreci içinde radikal dini akım mensupları bu ülkelerde ciddi davet çalışmalarına girişmişler ve kendilerine azımsanmayacak derecede taraftar toplamışlardır.

İstanbul'u anlamak


Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar’la İstanbul Üzerine Bir Söyleşi


İstanbul’un fethinin önemi ve Müslüman-Türk kültüründeki yeri nedir?
Ahmed Güner Sayar : Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u 29 Mayıs 1453’de fethediyor. Fetih sonrasında, bugünkü suriçi İstanbul’unu kabil olduğu kadar kısa bir zamanda bir Müslüman-Türk şehri haline getirmek istiyor. İşe önce mezarlıklardan başlıyor. Zira mezarlıklar, bir ülkenin tapu senedidir. İstanbul, Salı günü fethediliyor ama sokak aralarındaki çarpışma, Cuma gününe değin devam ediyor. Bu çarpışmalarda askerlerimiz şehit oluyor. Durumdan Fatih Sultan Mehmed haberdar ediliyor. ‘Askerlerimiz şehit oluyor, ne yapalım?’ diye Sultan’a sorduklarında, Sultan, şehit oldukları mahalle defnedin diye emir veriyor. Bunun anlamı şu; şehri kısa bir zaman zarfında Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak istiyor.

Metal çağı


Yaşadığımız çağ, demirin egemen olduğu bir çağdır. Metal hakimiyeti, her alanda hissediliyor. Köprüsünden gökdelenine kadar büyük mimari ilmik ilmik örülüyor.

Her şey önce ahşapla başlamıştı. Babil kulesi belki de ahşaptı. Sonra taş geldi. Yerini aldı. Sonrasında metal hakimiyeti gecikmedi. Uçaklar, arabalar, dayanıklı eşyalar metaldendi. Binalar metalle güçlü hale geldi. Köprüler metal iplerin üzerinden geçiyordu. Savaş sırasında ağır savaş makineleri, bombalar metalin hakimiyetini ilan ediyordu.

Bir Azizin ardından



Bastığı yeri bile incitmek istemeyen, çevresine ikram eden, insanların dertleriyle ilgilenen, hayvanları gözetip kollayan hal ehli, melek timsal bir insan düşünün. İsmail Ustaosmanoğlu Hocaefendi böyle birisiydi. Hayvanlara karşı özel merhameti vardı. Kendisinde kibir, gururdan eser yoktu. Büyük bir alim olduğu halde hiç çekinmez, lokantalardan tabaklarda bırakılan yemekleri, ekmekleri israf olmasın diye toplar, onları sokak hayvanlarına dağıtırdı.  

Ey Osmanlı geri gel!


Kermil Dağı'nda, köyden az büyük Zichron Yaakov adında bir sevimli kasaba vardır. Şimdi şarapları ve Fransız restoranlarıyla tanınan bu yer 1. Dünya Savaşı'nda İngiliz yanlısı bir Siyonist casus şebekesi olan NILI'nin ini idi. Şebeke üyeleri öndegelen Siyonist göçmenler ve Osmanlı vatandaşı olan bu kişiler Mısır'daki İngiliz ordusu ile ilişki kurup onlara Türk kuvvetlerinin konum ve harekat bilgilerini sızdırarak sonuçta imparatorluğun yenilgisini hazırladılar. 

İlişkili oldukları kişilerden biri Haim Weizman'dı. O, isteksiz İngilizlerden zorla Balfour Deklarasyonu'nu koparacak ve Yahudi Devleti'nin ilk cumhurbaşkanı olacaktı. 

Bugüne dek NILI İsrail'de saygıyla anıldı. Okul çocukları onun müzesine götürülerek onlara Yahudilerin ancak Yahudilere sadık olacağı öğretildi; eğer bu sadakat için gerekiyorsa herhangi bir güce ihanet edilebilirdi.

Onların ülkeleri Osmanlıya ihanet için iyi bir nedeni vardı; çünkü eğer imparatorluk yaşasaydı, ne Yahudi Devleti denen canavar, ne tecrit duvarı ardına sürülen milyonlarca toprağın yerlisi, ne aynı derecede ezilmiş ve gecekondulara doldurulmuş göçmen işçiler ve karşılarında malikaneler içinde birkaç zengin Yahudi olmayacaktı. Aynı şekilde çaresiz bir Irak'a ABD saldırısı ve sonuçta yüzbinlerce ölü ve acı hiç olmayacaktı, çünkü Irak o güçlü imparatorluğun parçası olacaktı.

İmparatorluğun yıkılışından sade Ortadoğu çekmedi. NATO uçakları asla Belgrad'ı da bombalayamazdı, eğer imparatorluk bizimle olaydı. Hatta ilk ayrılan eyalet Yunanistan'ın şimdi Euro tarafından ekonomisi mahvedilmiş ve zengin Kuzeylilerin otelcisi haline getirilmezdi. Onun da, Rumların, İskenderiye'den İstanbul'a dek imparatorluğun kalburüstü ahalisi olduğu günleri özlemek için iyi bir nedeni var.
İmparatorluk kurucu unsur olan Türklere Avrupa hayrandı ve onlardan korkuyordu, oysa şimdi onlar da Frankfurt ve Londra'nın çöpçü-bulaşıkçıları için işlerinde istenmeyen rakipler.

Şimdi kimi Türk liderler AB'ye girmek hülyalarıyla kendilerini avuturken, belki de artık imparatorluğu geri getirmeyi düşünmeye başlamamızın tam sırası. Aslında imparatorluk çok büyük ve etkisiz olduğundan yıkılmadı: En görkemli zamanlarında bile Brezilya ya da Rusya'dan küçüktü. O yıkıldı, çünkü toy yerel elitler zehirli ulusçuluk meyvasından yediler; bunu onlara Batılı lafazanlık üstadları sunmuştu.

Avrupa'nın icadı olan ulusçuluk, muhtemelen Ortaçağ'ın kara veba salgınından daha çok insan öldürdü. Dahası, o imparatorluğa makul bir seçenek de sunamadı. Oysa orada düzinelerle kavim, kabile barış içinde birlikte yaşıyordu. Kopan ülkelerin hiçbiri başarılı bir devlet kuramadı. Ve Batılı yırtıcılar, giderek daha ve daha da küçük gruplar arasına kavga ekmeye devam ettiler, şimdi Türkiye ve Irak'taki Kürt hadiselerinde görüldüğü gibi. Nasır ve Baas Pan-Arabizmi, Bin Ladin İslamcılığı, Ziya Gökalp ve Halide Edip Pantürkizminin hepsi de Batı'nın ilerleyişini durduracak güvenilir bir ideoloji oluşturmakta aynı başarısızlığa uğradılar.

Belki Batılı kardeşlerin kitabından kendimize bir yaprak ödünç almalıyız. AB ile Avrupa, bin yıl önce çökmüş Şarlman imparatorluğunu yeniden kurdu; bizim İmparatorluğumuz ise hala insanların zihninde, görkemli saraylarda, kalelerde, camilerde ve kiliselerde dipdiri. Tekrar kurulan imparatorluğumuz tüm Bizans sonrası kazanımları kucaklamalı: Türkiye'nin, Ortadoğu'nun, Balkanların, Rusya, Ukrayna ve Orta Asya Türki cumhuriyetlerinin birlikte parlak bir geleceği var.

Bizans'ın iki parlak varisi Rusya ve Osmanlı İmparatorlukları, yüzlerce yıl birbiriyle savaştılar. ama aynı şey, Batı Roma'nın varisleri Fransızlar ve Almanlar için de doğru. Eğer Batının ezeli düşmanları birleşiyorsa bu niye Doğu'da da olmasın?

Bu yaz Rusya ve Ukrayna'yı gezdiğimde, Ruslar ve Türkler (ya da Rus tabiriyle Tatarlar arasında çok benzerlik gördüm. "Bir Rusu hamamda keseleyin, altından Türk çıkar," Churchill'in purosundan derin bir duman çekerken söylediği söz. "Tersi de doğru," der büyük Rus tarihçisi ve Rus Doğuculuğunun babası Leon Gumilev. Gerçekten Rusya Müslüman Türkler ve Ortodoks Slavların ortak ülkesi olarak doğdu. Gumilev Batılı "Tatar (Türk) boyunduruğu" efsanesini yıktı ve Moskova devletini Cengiz evladı Altınordu'nun varisi ilan etti. "Rusya cesur Türklerle birliği sayesinde yenilmezdir," diyen Gumilev, Batı'yı Rus kimliğine en büyük tehdit gördü.

Milli Bolşevik lider ve ünlü yazar Edward Limonov geçenlerde yazdığı yazıda Rusya için "Alman kaplamalı Türkiye" dedi. Ruslar halen "şarovari"yi (şalvar) çok sever, ki aynısı Anadolu köylüsü ve eski Osmanlının giyimidir. Aynı Türkler gibi çömelir, bağdaş kurarlar der Limonov. Rusların Türklere bu yakınlık hissi Avrupa'nın Türk kuşkusundan çok farklıdır. Sinemada da bunun etkisi görülür: Yeni Rus süper prodüksiyonu "Türk Gambiti" Plevne'deki Rus-Türk savaşını, Hollywood'un (Amerikan düşmanlarına, ç.n.) takındığı ırkçı tavırdan çok farklı sergiler ve Gazi Osman Paşa'yı bir kahraman olarak gösterir.

Türk-Slav beraberliği çok gerilere gider. Ukrayna'nın kuzeyinde eski Rus prensliklerinin başkentleri Novgorod, Çernigov ve Kiev'i ziyaret ettim. Bu şehirlerin Rus beyleri Türk prensesleriyle, steplerin kızlarıyla evlenmişler ve Türk savaşçıları, onların saray heyetlerinin hep bir parçası olmuş. 12. y.y.dan kalma bir Rus destanında Novgorod Prensi İgor Türk steplerine akın yapar, ama yenilgiye uğrar. Onu esir eden Konçak Han, onu kızıyla evlendirir ve Novgorod'a dönerler. Rus soylularının önemli bölümü hala Türk adları taşır, "Lolita"nın yazarı Nabokov ya da 2. Nikola zamanının en zengin prensi Yussupov gibi.

Son çıkan kitabı "Avrasya Senfonisi"nde St. Petersburg'lu yazar van Zaichik küremizin bu bölümü için farklı bir kurgusal tarih yazar: Eğer Türk Altınordu İmparatorluğu'nun hakanı bilge Sertak Han (Aziz Aleksandr Nevski onun arkadaşıdır) kendisine düzenlenen suikastten kurtulsa ve Ruslarla Türkler müreffeh bir devlette birlikte yaşamaya devam etselerdi ne olurdu? 

Van Zaichik devam eden imparatorluğa "Ordus" (orj: Hordus) der. "Ordus", "Ordu" ve "Rus" kelimelerinin bir bileşenidir. Avrasya'nın çok daha geniş bölgelerine yayılmıştır. Hordus'ta modernlik gelenek ve dinle buluşur; aile kurumu ayaktadır; tektük zengin kapitalistler varsa da sınırsız servet birikimi hoşgörülmez.

"İşbirliği (imece) yapıyor, bencilliğimize engel oluyoruz", Ordus'un sloganıdır; bu Doğu'nun modelidir. Camiler ve kiliseler çok sayıdadır; vatandaşlar ise birlik içinde yaşar. Bu farklı dünya seçeneği Ruslar için o kadar çekici olmuştur ki, caddelerde, tamponlarında "Xochu v Hordus" ("Ordus'ta yaşamak istiyorum") yazan kaç araba gördüm. 

Bu arada Ordus'un bir de Kudüs "vilayet"i (orijinal kelime, ç.n.) vardır. Hitler Almanyası'ndan kaçan birçok Yahudi buraya sığınır (evet bu farklı dünyada da Hitler Almanyası vardır), ama burada yerli halkla eşit vatandaşlar olarak yaşarlar.

Yeni ve parlak Rus tarihçisi Fomenko "heretik" bir tarih seçeneği sunar : Onun dünyasında bir büyük devlet ya da "İmparatorluk" hep vardır ve Boğaz kıyısındaki şehir onun doğal başkentidir. Geçmişte böyle olsun ya da olmasın, gelecekte böyledir.

Avrasya'da hakimiyet kavgaları vermek yerine Türkler, Slavlar, Araplar (ve küçük komşuları) güçlerini birleştirebilir, Konstantiniye'yi (İstanbul bu ismin farklı okunuşudur) ortak başkent ve imparatorluk hükümeti payitahtı yapabilir. Konstantiniye bizim Brüksel, New York ve Pekin'e cevabımız olabilir. Yüzyıllar sürmüş hakimiyet kavgaları Avrasya'da nice savaşlar çıkarmış iken, birlik tüm istekleri tatmin edebilir: 

Ruslar da Türkleri oradan çıkarmadan İstanbul'u başkent edinebilirler; Türkler ise Kırım ya da Taşkent'le komşu olur, Yakutistan'ın uzak elmas madenleri ve Pravoslav Türklerinin diyarları, tek bir Rusla savaşmadan elde edilir. Ortadoğu birkez daha, hep ait olduğu Avrasya'ya dahil edilir; Washington'dan, Londra'dan, Brüksel'den gelecek emirlere boyun eğmez. Çok uzak bir yer olmaktan çıkan Türkiye Bağdat'la Kiev'den, Belgrat ve Kahire'den, Vladivostok ve Ankara'dan gelenlerin buluşma yeri olur.

Bir kez daha çift başlı kartalı Doğu uygarlığımızın, Ortodoks ve Müslümanların birliğinin sembolü olarak yükseltelim, hükümdarımıza iki ünvanı, İslam halifesi ve Ortodoksların imparatoru sıfatını verelim, küçük milliyetçilikleri geçmişe gömelim ve tarihte yepyeni bir çağ başlatalım. Bu Doğu Milletler Topluluğu (Commonwealth), Doğu Roma'nın, Bizans'ın Rus ve Osmanlı imparatorluklarının bu varisi devasa maddi ve manevi kaynaklara hakim olacak, bir süpergüç olacak, Birleşik Avrupa, ABD ve Çin'in karşısına çıkacaktır.

Bu Milletler Topluluğu hem manevi hem maddi amaçlarla birleşecektir. Doğu ve Batı metafizik temellerde bölünmüştür. Batıda Mammon (Para Tanrısı) galip gelmiştir. Batı iştaha korkunç bir imanı, bireyci başarıya dizginlenemez hırsı, alabildiğince tüketme hak hatta görevini kabul etmiştir.

Dayanışmaya, "insanın mutlak özgürlüğü" adı altında egoizmi tercih etmiştir. O kadını erkeğe benzetmeye çalışarak yoketmiş, erkeği kadınla rekabete sokup yoketmiştir. Tanrı'yı reddetmiştir, kiliseleri bomboştur, şehirleri iş merkezlerinin etrafına kuruludur; bizimkiler ise bilgi, sanat ve duanın etrafına kurulu.

Doğu daha Hıristiyan kalmıştır; bence İslam Ortodoks Hıristiyanlıktan, Jean Calvin'in Kalvinist Protestanlığının olduğundan daha uzak değildir. Doğu Mammon'u reddeder, çünki biz Tanrı'ya inanırız; bizce manevi ihtiyaçlar maddeden önce gelir, hiçbirimiz Hz. İsa'yı reddetmeyiz. Kadınlara saygı gösteririz, çünkü Hz. Meryem'i reddetmeyiz. Doğu hala tabiatı sever, ahlaksız zenginliği kötüler, emeğe saygı duyar, uyumu başarının üstünde tutar. Adam gibi erkekleri ve hanım gibi kadınları severiz, çünkü gelenek ve aileye saygılıyız.

Batı göçebe bir uygarlık düşler; burası aile ve topraktan kopuk atomize bireylerin bir açık toplumudur. Doğu illetler Topluluğu'nda biz başka yönde ilerleyeceğiz. Göçü zorlaştırıp sermaye hareketini teşvik edeceğiz. Özerklik taraftarıyız; çünkü özerk iradeler kendi yerel ihtiyaç ve isteklerini daha iyi bilirler.

Batı özel mülkiyetin kutsallığını savundu. Biz de o küçük iken ona saygılıyız, ama aşırısını reddediyoruz. Biz süper zenginlere ağır vergi koyacağız, gerekirse malını millileştirecek, şirin bir Anadolu ya da Sibirya köyüne yeniden eğitime göndereceğiz. Milli kaynaklar özelleştirilmeyecek, yabancılara toprak satışı yasaklanacak, köylüler toprağından edilmeyecek. Kenti değil köyü teşvik edeceğiz.

Batı özel hayatın her alanına müdahale ederken biz Doğu'nun kadim özgürlüklerini savunacağız. Komşularımıza çok iyi dost olacağız; ama bunu istemezlerse de yaman düşman olacağız.

Bu hayal, Avrupalı Kuzey Amerikalı ve Çinli süpergüçlerin vatanlarımızı sömürgeleştirmesine karşı tek çıkış yoludur. Yoksa sömürgeleşme devam eder.

İsrael A. Shamir


Ölüm parıltısı



Gençti, bunu anlayamazdı. Oysa, o görüyordu. Eşyada hep bir ışıltı vardı. Bir parıltı. Bu, ölüm ışıltısı, bu ölüm parıltısıydı. Onu başkası göremezdi. 

İnsan gençken ölüm yalnız mezarlıktadır. Sonra, yaş ilerledikçe, o da, hissedilmeyen bir yavaşlıkla alanını genişletir. 

Bir gün gelir, çarşıları, pazarları tutar. Sonra bahçeyi zapteder. Nice geceler, evin penceresine yaslanıp içeri bakar. Avlu duvarından içeri atlar zaman zaman. Derken evi kuşatır ve kaçınılmaz, önlenmez şekilde eve girer. 

Gerçek özgürlük


Anlıyor ve görüyordu ki herşey gelip geçicidir. baki olansa yalnız Allah'tır. Tek olmak Allah'a mahsustur. Mutlak özgürlükte mutlak özgür olan sadece Allah'tır. İnsan ancak Allah'a doğru yol almakla bir parça gerçek özgürlükten tadar. Onun dışında özgür olmak için toplum ilişkilerinden ne kadar kaçsa bunun bir yararı olmaz. Aksine daha beter bir esirliğie ve mahkumluğa saplanır. 

İnsan sorumluluklar yüklenerek Allah'a yaklaşır ve böylece de özgür olur. Bunun aksi özgür olmak, adeta sorumluluktan kaçmak olur. Bu kaçma bir çare değil tersine içinden çıkılmaz bir başka tutsaklığın tuzağına düşme ile sonuçlanan zavallıca bir girişimdir. 

Yeryüzü halifesi


Hani Rabbin, meleklere: "Ben yeryüzünde muhakkak bir halife yaratacağım" demişti de, melekler: "Aaa! Yeryüzünde boz­gunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz seni hamdinle tesbih eder ve seni takdis ediyoruz" demişlerdi. Allah da onlara "Muhakkak sizin bilmediğiniz şeyleri ben bilirim" buyurdu. (Bakara 30)

Halife: Asilin yerine geçen vekil manasınadır. Musa aleyhisselam kardeşi Harun aleyhisselama benim yerime geç manasında hilafet kelime­sini kullanmıştı.

Hikmetin özü


Hikmetin özü, ilimle amelin birleştirilmesi, insanın bildikleriyle amel ettiği takdirde Cenab-ı Hakk’ın fazlıyla bilmediklerini de öğrenmesidir. 

Bunun tersi de insanın amel etmediği takdirde Cenab-ı Hakk’ın bildiklerini de unutturmasıdır. 

Tekrar yaratılış


Günümüz ateistlerinden birisi bana şöyle sormuştu:

"Adamın biri denize düşse, onu balina yutsa, balinayı balıkçılar tutsa, bin parçaya ayırsalar, binlerce insan yese, bu insanlardan biri Asya'da, biri Avrupa'da ölse, biri yansa duman olup gökyüzüne yükselse, şimdi bu de­nize düşen adamı Allah nereden nasıl toplayacak?

Ona şöyle cevap verdim: 

"Babanın okuduğu Kur'an-ı Kerim'de Yasin Suresi vardır. O sûrenin yetmiş dokuzuncu âyetinde sorunun kısa bir ce­vabı vardır. Müşriklerden birisi mezarlıklardan çürümüş bir kemik getirip Efendimiz'in önünde ufalayarak "Bu çürümüş kemiği kim diriltecek" diye sorar. Rabbimiz de "Onu ilk önce kim yaratmışsa o diriltecek" diye cevap verir.

Baharda diriliş


"Bu dünya hayatından başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Biz di­riltilecek değiliz” diyen insanlar mevsimlik böcekler gibi hiç görmedikleri baharı inkar etmekteler. Ama bu kışın bir baharı da vardır.

Ana rahmindeki çocuğa "Buradan daha geniş bir dünya var" deseniz gülüp geçebilir. Bu dünya da ahiretin ana rahmidir. Bu toprak ana üzerin­de yaşar büyür ve ölerek ahirette doğarız. 

Dünyayı satın almak


Ahireti verip dünyayı satın almayla ilgili bir çok âyet-i kerîme vardır. Müfessirler Tevbe Sûresinin son âyet-i kerîmelerinde, Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'dan bir hadis zikretmiş. Hadisin serbest tercemesi şöyledir: 

Benim ve sizin haliniz şuna benzer, diyor Peygamber Efendimiz. Çölde susuzluktan baygınlık derecesine gelmiş insanlar neredeyse bayılmak üzereyken güzel elbiseli, üzerinde yorgunluk işareti de olmayan, suyunu daha yeni içmiş, gözlerinden susuz olmadığı da belli olan bir insan geliyor ve diyorki: 

- Susuz musunuz? 

Kanla yükselen medeniyet


Şu bilinmelidir ki, günde beş defa yöneldiğimiz o Kâbe-i Muazzama, iki tane peygamberin eliyle yapılmıştır: İbrahim (a.s.) ve İsmail (a.s.). Yani köle kanı, insan kanı, yani zulmedilmiş insanların kanı veya alın teri yoktur orada. Ama bugün Romalılar'dan kalma taşlar, sanat eseridir diye gösterilir. Mısır'daki piramitler kölelerin kan ve gözyaşları üzerine kurulmuştur.

Sultanahmet'in kuzey tarafındaki o meydandaki taşlar, Mısır'dan buraya getirilinceye kadar binlerce kölenin kanına mal olmuştur. Bir tek taş ve ondan sonra da sanat abidesi olarak oraya dikilmiştir. 

Lale ve gül

"Lale" motifi, Allah'ı sembolize etmektedir. Zira Allah ismindeki harfler ile lale kelimesinin yazılışındaki harflerin ebced hesabına göre sayı değerleri aynıdır. Hilal kelimesi de bu cümledendir. 

Lale ile gülün bir arada kullanıldığı örnekler de mevcuttur. "Gül"ün süsleme sanatlarında ve özellikle mezar taşları üzerinde görülmesinin sebebi ilahi güzelliği sembolize etmesi ve Hz. Muhammed'in remzi olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden "verd-i Muhammedi" veya "gül-i Muhammedi" isimleri de verilen gülün kokusunun, Hz. Muhammed'in kokusu olduğuna inanılır. Sarıklarda, kavuklarda ve diğer başlıklarda bu motife sıkça rastlanır. 

Öne Çıkan Yayın

Bir Azizin ardından

Bastığı yeri bile incitmek istemeyen, çevresine ikram eden, insanların dertleriyle ilgilenen, hayvanları gözetip kollayan hal ehli,...